islamsevdasi
  Forum
 
=> Daha kayıt olmadın mı?

Sitemize Üye OLduğunuz İçin Teşekür Ederiz.Üye OLmak için Daha kayıt olmadın mı? TıKlayınız!!!

Forum - Onuncu söz sözler 10. söz-D-

Burdasın:
Forum => Risale-i Nur => Onuncu söz sözler 10. söz-D-

<-Geri

 1 

Devam->


Haci
(şimdiye kadar 230 posta)
15.07.2008 08:56 (UTC)[alıntı yap]
(Orjinal Sayfa: 106)
cilvelerine şehadetleri hak ve hakikattır. Ve işaretleri doğru ve mutabıktır.Ve beşaretleri sâdık ve vâkidir. Ve onlar bütün hakikatların mercii ve güneşi ve hâmisi olan «HAK» isminin en büyük bir şuaı; bu hakikat-ı ekber-i haşriyye olduğunu îman ederek, senin emrin ile senin ibâdına hak dairesinde ders veriyorlar. Ve ayn-ı hakikat olarak tâlim ediyorlar. Yâ Rab! Bunların ders ve tâlimlerinin hakkı ve hürmeti için bize ve Risâle-i Nur talebelerine îman-ı ekmel ve hüsn-ü hâtime ver Ve bizleri Onların şefaatlerine mazhar eyle, âmin...
Hem nasılki Kur'anın, belki bütün Semâvî Kitapların hakkaniyyetini isbat eden umum deliller ve hüccetler ve Habibullahın, belki bütün Enbiyanın nübüvvetlerini isbat eden umum mu'cizeler ve bürhânlar, dolayısıyla en büyük müddeaları olan âhiretin tahakkukuna delâlet ederler. Aynen öyle de, Vâcib-ül Vücudun vücuduna ve vahdetine şehadet eden ekser deliller ve hüccetler, dolayısıyla Rububiyyetin ve Ulûhiyyetin en büyük medârı ve mazharı olan dâr-ı saadetin ve âlem-i bekanın vücuduna, açılmasına şehadet ederler. Çünki, gelecek makamatta Beyân ve isbat edileceği gibi, Zât-ı Vâcib-ül Vücudun hem mevcûdiyyeti, hem umum sıfatları, hem ekser isimleri, hem Rububiyyet, Ulûhiyyet, Rahmet, İnâyet, Hikmet, Adâlet gibi vasıfları, şe'nleri lüzum derecesinde âhireti iktiza ve vücub derecesinde bâki bir âlemi istilzam ve zaruret derecesinde mükâfat ve mücâzat için haşri ve neşri isterler Evet, mâdem Ezelî, Ebedî bir Allah var; elbette Saltanat-ı Ulûhiyyetinin sermedî bir medârı olan âhiret vardır. Ve madem, bu kâinatta ve zîhayatta gâyet haşmetli ve hikmetli ve şefkatli bir Rubûbiyet-i Mutlaka var. Ve görünüyor. Elbette o Rubûbiyetin haşmetini sukuttan ve hikmetini abesiyyetten ve şefkatini gadirden kurtaran, ebedî bir dâr-ı saadet bulunacak ve girilecek.
Hem madem, göz ile görünen bu hadsiz in'amlar, ihsanlar, lütuflar, keremler, inâyetler, rahmetler; perde-i gayb arkasında bir Zât-ı Rahman-ı Rahîmin bulunduğunu sönmemiş akıllara, ölmemiş kalblere gösterir. Elbette in'âmı istihzadan, ve ihsanı aldatmaktan ve inâyeti adâvetten ve rahmeti azabdan ve lütuf ve keremi ihânetten halâs eden ve ihsanı ihsan eden ve ni'meti ni'met eden, bir âlem-i bâkîde bir hayat-ı bâkiye var. Ve olacaktır.
Hem madem, bahar faslında zeminin dar sahifesinde hatâsız yüzbin kitabı birbiri içinde yazan bir Kalem-i Kudret gözümüz önün
(Orjinal Sayfa: 107)
de yorulmadan işliyor. Ve o kalem sahibi yüzbin defa, ahd ü va'detmiş ki: «Bu dar yerde ve karışık ve birbiri içinde yazılan bahar kitabından daha kolay olarak geniş bir yerde güzel ve lâyemut bir kitabı yazacağım ve size okutturacağım» diye, bütün fermanlarda o kitapdan bahsediyor. Elbette ve herhalde o kitabın aslı yazılmış ve haşir ve neşir ile hâşiyeleri de yazılacak. Ve umumun defter-i a'malleri onda kaydedilecek.
Hem madem, bu Arz, kesret-i mahlûkat cihetiyle ve mütemadiyen değişen yüzbinler çeşit çeşit enva-ı zevil-hayat ve zevil-ervahın meskeni, menşei, fabrikası, meşheri, mahşeri olması haysiyetiyle bu kâinatın kalbi, merkezi, hülâsası, neticesi, sebeb-i hilkatı olarak gâyet büyük öyle
bir ehemmiyeti var ki: Küçüklüğüyle beraber koca Semâvata karşı denk tutulmuş. Semâvî fermanlarda dâima: رَبُّ السَّموَاتِ وَ اْلاَرْضِ deniliyor. Ve madem, bu mahiyetteki Arzın her tarafına hükmeden ve ekser mahlûkatına tasarruf eden ve ekser zîhayat mevcûdâtını teshir edip kendi etrafına toplattıran ve ekser masnûâtını kendi hevesâtının hendesesiyle ve ihtiyacatının düsturlarıyla öyle güzelce tanzim ve teşhir ve tezyin ve çok antika nevilerini liste gibi birer yerlerde öyle toplayıp süslettirir ki, değil yalnız ins ve cinn nazarlarını, belki Semâvat ehlinin ve kâinatın nazar-ı dikkatlerini ve takdirlerini ve kâinatın sahibinin nazar-ı istihsanını celbetmekle gâyet büyük bir ehemmiyet ve kıymet alan ve bu haysiyetle bu kâinatın hikmet-i hilkatı ve büyük neticesi ve kıymetli meyvesi ve Arz'ın halifesi olduğunu; fenleriyle, san'atlarıyla gösteren.. ve Dünya cihetinde Sâni-i âlem'in mu'cizeli san'atlarını gâyet güzelce teşhir ve tanzim ettiği için, isyan ve küfrüyle beraber dünyada bırakılan ve azâbı te'hir edilen.. ve bu hizmeti için imhal edilip muvaffakıyet gören nev-i benî-âdem var.
Ve madem, bu mahiyetteki nev-i benî-âdem, mizaç ve hilkat itibariyle gâyet zaif ve âciz ve gâyet acz ve fakrıyla beraber hadsiz ihtiyacatı ve teellümâtı olduğu halde, bütün bütün kuvvetinin ve ihtiyarının fevkinde olarak koca Küre-i Arz'ı, o nev-i insana lüzumu bulunan her nevi madenlere mahzen ve her nevi taamlara anbar ve nev-i insanın hoşuna gidecek her çeşit mallara bir dükkân Sûretine getiren, gâyet kuvvetli ve hikmetli ve şefkatli bir Mutasarrıf var ki, böyle nev-i insana bakıyor, besliyor, istediğini veriyor.
(Orjinal Sayfa: 10
Ve madem, bu hakikatteki bir Rab; hem, insanı sever; hem, kendini insana sevdirir; hem bâkidir; hem, bâki âlemleri var; hem, adâletle her işi görür ve hikmetle herşey'i yapıyor. Hem bu kısa hayat-ı dünyeviyyede ve bu kısacık ömr-ü beşerde ve bu muvakkat ve fâni zeminde o Hâkim-i Ezelînin haşmet-i saltanatı ve sermediyet-i hâkimiyyeti yerleşemiyor. Ve nev-i insanda vuku bulan ve kâinatın intizâmına ve adâlet ve müvazenelerine ve hüsn-ü cemâline münâfî ve muhâlif çok büyük zulümleri ve isyanları ve veli-ni'metine ve onu şefkatle besleyene karşı ihânetleri, inkârları, küfürleri bu dünyada cezasız kalıp, gaddar zâlim, rahat ile hayatını ve bîçâre mazlum meşakkatler içinde ömürlerini geçirirler. Ve umum kâinatta eserleri görünen şu Adâlet-i Mutlakanın mahiyeti ise; dirilmemek Sûretiyle o gaddar zâlimlerin ve me'yus mazlumların vefat içindeki müsavatlarına bütün bütün zıttır, kaldırmaz, müsaade etmez!
Ve madem, nasılki kâinatın sahibi, kâinattan zemini ve zeminden nev-i insanı intihab edip gâyet büyük bir makam, bir ehemmiyet vermiş. Öyle de, nev-i insandan dahi makasıd-ı Rububiyyetine tevafuk eden ve kendilerini îman ve teslim ile Ona sevdiren hakikî insanlar olan Enbiya ve Evliya ve Asfiyayı intihab edip kendine dost ve muhatâb ederek, onları mu'cizeler ve tevfikler ile ikram ve düşmanlarını Semâvî tokatlar ile tâzib ediyor. Ve bu kıymetli, sevimli dostlarından dahi, onların imamı ve mefhari olan, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmı intihab ederek, ehemmiyetli Küre-i Arzın yarısını ve ehemmiyetli nev-i insanın beşden birisini uzun asırlarda Onun nuruyla tenvir ediyor.. âdeta bu kâinat Onun için yaratılmış gibi; bütün gayeleri Onun ile ve Onun dini ile ve Kur'anı ile tezahür ediyor. Ve o pek çok kıymetdar ve milyonlar sene yaşayacak kadar hadsiz hizmetlerinin ücretlerini hadsiz bir zamanda almaya müstahak ve lâyık iken, gâyet meşakkatler ve mücahedeler içinde altmışüç sene gibi kısacık bir ömür verilmiş. Acaba hiçbir cihetle hiçbir imkânı, hiçbir ihtimali, hiçbir kabiliyyeti var mı ki: O Zat, bütün emsâli ve dostlarıyle beraber dirilmesin? Ve şimdi de ruhen diri ve hayy olmasın? İdam-ı ebedî ile mahvolsunlar? Hâşâ, yüzbin def'a hâşâ ve kellâ!..
Evet bütün kâinat ve hakikat-ı âlem, dirilmesini dâva eder ve hayatını Sahib-i Kâinattan taleb ediyor ve mâdem Yedinci Şua olan
(Orjinal Sayfa: 109)
«Âyet-ül Kübrâ» da herbiri bir dağ kuvvetinde otuzüç aded icmâ-ı azîm isbat etmişler ki: Bu kâinat bir elden çıkmış. Ve birtek Zâtın mülküdür ve kemâlât-ı İlâhiyyenin medârı olan Vahdetini ve Ehadiyyetini bedâhetle göstermişler ve Vahdet ve Ehadiyyet ile bütün kâinat, O Zât-ı Vâhidin emirber neferleri ve müsahhar memurları hükmüne geçiyor ve âhiretin gelmesiyle, kemâlâtı sukuttan; ve Adâlet-i mutlakası, müstehziyâne gadr-ı mutlaktan; ve hikmet-i âmmesi; sefahetkârane abesiyyetten; ve Rahmet-i Vâsiası, lâhiyane tâzibden; ve İzzet-i Kudreti, zelilâne acizden kurtulurlar, takaddüs ederler. Elbette ve elbette ve herhalde îman-ı Billahın yüzer nüktesinden bu sekiz mâdemlerdeki hakikatların muktezasıyla; kıyamet kopacak. Haşir ve neşir olacak. Dâr-ı Mücâzat ve Mükâfat açılacak... Tâ ki arz'ın mezkûr ehemmiyeti ve merkeziyyeti ve insanın ehemmiyeti ve kıymeti tahakkuk edebilsin ve Arz ve insanın Hâlıkı ve Rabbi olan Mutasarrıf-ı Hakîm'in mezkûr adâleti, hikmeti, rahmeti, saltanatı takarrur edebilsin ve o Bâkî Rabb'in mezkûr hakikî dostları ve müştakları îdam-ı ebedîden kurtulsun ve o dostların en büyüğü ve en kıymettarı, bütün kâinatı memnun ve minnettar eden kudsî hizmetlerinin mükâfatını görsün ve Sultan-ı Sermedînin Kemâlâtı naks ve kusurdan ve kudreti acizden ve hikmeti sefahetten ve adâleti zulümden tenezzüh ve takaddüs ve teberri etsin.
Elhâsıl: Mâdem Allah var. Elbette âhiret vardır...
Hem nasılki: Mezkûr üç erkân-ı îmâniyye onları isbat eden bütün delilleriyle haşre şehadet ve delâlet ederler. Öyle de وَ بِمَلئِكَتِهِ وَ بِالْقَدَرِ خَيْرِهِ وَ شَرِّهِ مِنَ اللَّهِ تَعَالَى olan iki rükn-ü imânî dahi, haşri istilzam edip kuvvetli bir Sûrette âlem-i bekaya şehadet ve delâlet ederler. Şöyle ki:
Melâikenin vücudunu ve vazife-i ubûdiyyetlerini isbat eden bütün deliller ve hadsiz müşahedeler, mükâlemeler, dolayısıyla âlem-i ervâhın ve âlem-i gaybın ve âlem-i bekanın ve âlem-i âhiretin ve ileride cin ve ins ile şenlendirilecek olan dâr-ı saâdetin, cennet ve cehennemin vücudlarına delâlet ederler. Çünki: Melekler bu âlemleri izn-i ilâhî ile görebilirler; ve girerler ve Hazret-i Cebrâil gibi, insanlar ile görüşen umum Melâike-i Mukarrebîn mezkûr âlemlerin vücudlarını ve onlar, onlarda gezdiklerini müttefikan haber veriyor-
(Orjinal Sayfa: 110)
lar. Görmediğimiz Amerika kıt'asının vücudunu, ondan gelenlerin ihbarıyla bedihî bildiğimiz gibi; yüz tevatür kuvvetinde bulunan melâike ihbaratıyla âlem-i bekanın ve dâr-ı âhiretin ve Cennet ve Cehennemin vücudlarına o kat'iyette îmân etmek gerektir ve öyle de îman ederiz.
Hem, Yirmialtıncı Söz olan «Risale-i Kader» de «İman-ı Bilkader» rüknünü isbat eden bütün deliller; dolayısıyla haşre ve neşr-i suhufa ve mizân-ı ekberdeki müvazene-i a'mâle delâlet ederler. Çünki: Herşey'in mukadderatını gözümüz önünde nizâm ve mîzan levhalarında kaydetmek ve her zîhayatın sergüzeşt-i hayatiyyelerini kuvve-i hâfızalarında ve çekirdeklerinde ve sâir elvah-ı misâliyyede yazmak ve her zîruhun, hususan insanların defter-i a'mallerini elvah-ı mahfûzada tesbit etmek, ve geçirmek; elbette öyle muhit bir kader ve hakîmâne bir takdir ve müdakkikane bir kayıd ve hafîzane bir kitabet; ancak Mahkeme-i Kübrâda umumî bir muhakeme neticesinde daimî bir mükâfat ve mücâzat için olabilir. Yoksa o ihâtalı ve inceden ince olan kayıd ve muhâfaza; bütün bütün mânâsız, faidesiz kalır. Hikmete ve hakikate münâfî olur. Hem haşir gelmezse; kader kalemiyle yazılan bu kitab-ı kâinatın bütün muhakkak mânâları bozulur ki, hiçbir cihet-i imkânı olamaz ve o ihtimal, bu kâinatın vücudunu inkâr gibi bir muhal, belki bir hezeyan olur...
ELHASIL: İmânın beş rüknü bütün delilleriyle «Haşr ve Neşrin vukuuna ve vücuduna ve dâr-ı âhiretin vücuduna ve açılmasına delâlet edip isterler ve şehadet edip taleb ederler. İşte hakikat-ı haşriyenin âzametine tam muvafık böyle âzametli ve sarsılmaz direkleri ve bürhânları bulunduğu içindir ki: Kur'an-ı Mu'cizül Beyânın hemen hemen üçten birisi Haşir ve Âhireti teşkil ediyor ve Onu bütün hakaikine temel taşı ve üssül-esâs yapıyor ve herşey'i Onun üstüne bina ediyor...
(Mukaddeme nihayet buldu.)
* * *
(Orjinal Sayfa: 111)
Zeylin İkinci Parçası
[Baştaki Âyetin mu'cizâne işaret ettikleri dokuz tabaka berahin-i Haşriyeye dair «'Dokuz Makam» dan «Birinci Makam»:]
فَسُبْحَانَ اللَّهِ حِينَ تُمْسُونَ وَحِينَ تُصْبِحُونَ وَلَهُ اْلحَمْدُ فِى السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ وَعَشِيًّا وَحِينَ
تُظْهِرُون َُخْرِجُ اْلحَىَّ مِنَ اْلمَيِّتِ وَيُخْرِجُ اْلمَيِّتَ مِنَ اْلحَىِّ وَيُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا وَكَذلِكَ تُخْرَجُونَ

olan fıkradaki ferman-ı haşre dair buradaki gösterdiği bürhân-ı bâhirî ve hüccet-i katıası Beyân ve izah edilecek inşâallah. (Hâşiye)
Hayatın, Yirmisekizinci hassasında Beyân edilmiştir ki: Hayat, îmanın altı erkânına bakıp isbat ediyor. Onların tahakkukuna işaretler ediyor. Evet, mâdem bu kâinatın en mühim neticesi ve mâyesi ve hikmet-i hilkatı hayattır. Elbette o hakikat-ı âliye; bu fâni, kısacık, noksan, elemli hayat-ı dünyeviyyeye münhasır değildir. Belki, hayatın, yirmidokuz hassasiyle mahiyetinin âzameti anlaşılan şecere-i hayatın gayesi, neticesi ve o şecerenin âzametine lâyık meyvesi; hayat-ı ebediyyedir ve hayat-ı uhreviyyedir ve taşiyle ve ağaciyle, toprağiyle hayatdar olan dâr-ı saâdetteki hayattır. Yoksa, bu hadsiz cihâzat-ı mühimme ile techiz edilen hayat şeceresi, zîşuur hakkında, hususan insan hakkında meyvesiz, faidesiz, hakikatsız olmak lâzım gelecek ve sermâyece ve cihâzatça serçe kuşundan, meselâ, yirmi derece ziyade ve bu kâinatın ve zîhayatın en mühim, yüksek ve ehemmiyetli mahlûku olan insan; serçe kuşundan saâ-
______________________________
(Hâşiye): O makam daha yazılmamış ve hayat mes'elesi haşre münasebeti için buraya girmiş. Fakat hayatın âhirinde kader rüknüne işareti pek ince ve derindir.
sh:» (S: 112)
det-i hayat cihetinde, yirmi derece aşağı düşüp, en bedbaht, en zelil bir bîçâre olacak...
Hem, en kıymettar bir ni'met olan akıl dahi, geçmiş zamanın hüzünlerini ve gelecek zamanın korkularını düşünmek ile kalb-i insanı mütemadiyen incitip, bir lezzete dokuz elemleri karıştırdığından en musibetli bir belâ olur. Bu ise yüz derece bâtıldır. Demek bu hayat-ı dünyeviyye, âhirete îman rüknünü kat'î isbat ediyor ve her baharda haşrin üçyüzbinden ziyade nümûnelerini gözümüze gösteriyor. Acaba, senin cisminde ve senin bahçende ve senin vatanında, senin hayatına lâzım ve münasip bütün levâzımatı ve cihâzâtı, hikmet ve inâyet ve rahmetle ihzâr eden ve vaktinde yetiştiren, hattâ senin midenin beka ve yaşamak arzusuyla ettiği hususî ve cüz'î olan rızk duâsını bilen ve işiten ve hadsiz leziz taamlarla o duânın kabûlünü gösteren ve mideyi memnun eden bir Mutasarrıf-ı Kadîr, hiç mümkün müdür ki seni bilmesin ve görmesin ve nev-i insanın en büyük gayesi olan hayat-ı ebediyyeye lâzım esbabı izhar etmesin? Ve nev-i insanın en büyük ve en ehemmiyetli, en lâyık ve umumî olan beka duâsını; hayat-ı uhreviyyenin inşasiyle ve cennetin îcadiyle kabûl etmesin! Ve kâinatın en mühim mahlûku, belki zeminin sultanı ve neticesi olan nev-i insanın arş ve ferşi çınlatan umumî ve gâyet kuvvetli duâsını işitmeyip küçük bir mide kadar ehemmiyet vermesin, memnun etmesin! Kemâl-i hikmetini ve nihayet rahmetini inkâr ettirsin! Hâşâ, yüzbin defa hâşâ!..
Hem, hiç kabil midir ki: Hayatın en cüz'îsinin pek gizli sesini işitsin, derdini dinlesin, derman versin ve nazını çeksin ve kemâl-i îtina ve ihtimam ile beslesin ve ona dikkatle hizmet ettirsin ve büyük mahlûkatını ona hizmetkâr yapsın ve sonra, en büyük ve kıymetdar ve bâkî ve nâzdar bir hayatın gök sadası gibi yüksek sesini işitmesin! Ve onun çok ehemmiyetli beka duâsını ve nâzını ve niyâzını nazara almasın! Âdeta bir neferin kemâl-i îtina ile techiz ve idaresini yapsın ve mutî ve muhteşem orduya hiç bakmasın! Ve zerreyi görsün, güneşi görmesin! Sivrisineğin sesini işitsin, gök gürültüsünü işitmesin! Hâşâ, yüzbin defa hâşâ!.
Hem, hiçbir cihetle akıl kabûl eder mi ki: Hadsiz rahmetli, muhabbetli ve nihayet derecede şefkatli ve kendi san'atını çok sever ve kendini sevdirip ve kendini sevenleri ziyade sever bir Zât-ı Kadîr-i Hakîm, en ziyade kendini seven ve sevimli ve sevilen ve Sâniini fıtratan perestiş eden, hayatı ve hayatın zâtı ve cevheri olan
sh:» (S: 113)
ruhu; mevt-i ebedî ile îdam edip kendinden o sevgili muhibbini ve habbini ebedî bir sûrette küstürsün, darıltsın, dehşetli rencîde ederek, sırr-ı rahmetini ve nur-u muhabbetini inkâr etsin ve ettirsin! Hâşâ, yüzbin defa hâşâ ve kellâ!.. Bu kâinatı cilvesiyle süslendiren bir Cemâl-i Mutlak ve umum mahlûkatı sevindiren bir Rahmet-i Mutlaka, böyle hadsiz bir çirkinlikten ve kubh-u mutlaktan ve böyle bir zulm-ü mutlaktan, bir merhametsizlikten, elbette nihayetsiz derece münezzehtir ve mukaddestir.
Netice: Mâdem dünyada hayat var; elbette insanlardan hayatın sırrını anlayanlar ve hayatını su-i istimal etmeyenler dâr-ı bekada ve Cennet-i Bâkiyede hayat-ı bâkiyeye mazhar olacaklardır. Âmenna.. ve hem nasılki: Yeryüzünde bulunan parlak şeylerin, Güneşin akisleriyle parlamaları ve denizlerin yüzlerinde kabarcıklar, ziyanın lem'alariyle parlayıp sönmeleri, arkalarından gelen kabarcıklar, gidenler gibi yine hayâlî Güneşciklere âyinelik etmeleri; bilbedâhe gösteriyor ki: O lem'alar, yüksek birtek Güneşin cilve-i in'ikâsıdırlar ve Güneşin vücûdunu muhtelif diller ile yâdediyorlar ve ışık parmaklariyle ona işâret ediyorlar. Aynen öyle de; Zât-ı Hayy-u Kayyûmun Muhyî isminin cilve-i âzamı ile berrin yüzünde ve bahrın içindeki zîhayatların Kudret-i İlâhiyye ile parlayıp, arkalarından gelenlere yer vermek için «Yâ Hay» deyip perde-i gaybda gizlenmeleri; bir hayat-ı sermediyye sahibi olan Zât-ı Hayy-u Kayyûmun hayatına ve vücûb-u vücûduna şehadetler, işaretler ettikleri gibi, umum mevcûdâtın tanziminde eseri görünen İlm-i İlâhîye şehadet eden bütün deliller ve kâinata tasarruf eden kudreti isbat eden bütün burhanlar ve tanzim ve idare-i kâinatta hükümferma olan, irade ve meşîeti isbat eden bütün hüccetler ve Kelâm-ı Rabbânî ve Vahy-i İlâhînin medârı olan Risâletleri isbat eden bütün alâmetler, mu'cizeler ve hâkezâ... Yedi sıfât-ı İlâhiyyeye şehadet eden bütün delâil, bil'ittifak Zât-ı Hayy-u Kayyûmun hayatına delâlet, şehadet, işaret ediyorlar. Çünki: Nasıl bir şeyde görmek varsa, hayatı da vardır. İşitmek varsa, hayatın alâmetidir. Söylemek varsa, hayatın vücûduna işaret eder. İhtiyar, irade varsa, hayatı gösterir. Aynen öyle de; bu kâinatta âsâriyle vücutları muhakkak ve bedihî olan Kudret-i Mutlaka ve İrâde-i Şâmile ve İlm-i Muhît gibi sıfatlar, bütün delâilleri ile Zât-ı Hayy-u Kayyûmun hayatına ve Vücûb-ü Vücûduna şehadet ederler ve bütün kâinatı bir gölgesiyle ışıklandıran ve bir cilvesiyle bütün Dâr-ı Âhireti zerratiyle beraber hayatlandıran hayat-ı sermediyyesine şehadet ederler.
sh:» (S: 114)
Hem hayat, Melâikeye îman rüknüne dahi bakar. Remzen isbat eder. Çünki: Mâdem kâinatta en mühim netice hayattır ve en ziyade intişar eden ve kıymetdarlığı için nüshaları teksir edilen ve zemin misafirhânesini, gelip geçen kafilelerle şenlendiren zîhayatlardır ve mâdem Küre-i Arz, bu kadar zîhayatın envaiyle dolmuş ve mütemadiyen zîhayat envâlarını tecdid ve teksir etmek hikmetiyle her vakit dolar boşanır ve en hasis ve çürümüş maddelerinde dahi kesretle zîhayatlar halkedilerek bir mahşer-i huveynat oluyor ve mâdem hayatın süzülmüş en sâfi hulâsası olan, şuur ve akıl; ve lâtif ve sâbit cevheri olan ruh; Küre-i Arzda gâyet kesretli bir sûrette halkolunuyorlar. Âdeta Küre-i Arz, hayat ve akıl ve şuur ve ervah ile ihyâ olup öyle şenlendirilmiş. Elbette Küre-i Arzdan daha lâtif, daha nuranî, daha büyük, daha ehemmiyetli olan Ecrâm-ı Semâviyye; ölü, câmid, hayatsız, şuursuz kalması imkân haricindedir. Demek, gökleri, güneşleri, yıldızları şenlendirecek ve hayatdar vaziyetine verecek ve netice-i hilkat-ı semâvâtı gösterecek ve hitâbat-ı Sübhâniyyeye mazhar olacak olan zîşuur, zîhayat ve semâvata münasip sekeneler, herhalde sırr-ı hayatla bulunuyorlar ki, onlar da Melâikelerdir...
Hem, hayatın sırr-ı mahiyeti, Peygamberlere îman rüknüne bakıp remzen isbat eder. Evet, mâdem kâinat, hayat için yaratılmış ve hayat dahi Hayy-u Kayyum-u Ezelînin bir cilve-i âzamıdır. Bir nakş-ı ekmelidir. Bir san'at-ı ecmelidir. Mâdem hayat-ı sermediyye, Resullerin gönderilmesiyle ve kitapların indirilmesiyle kendini gösterir. Evet, eğer kitaplar ve pegamberler olmaz ise, o hayat-ı ezeliyye bilinmez. Nasılki: Bir adamın söylemesiyle diri ve hayatdar olduğu anlaşılır. Öyle de, bu kâinatın perdesi altında olan Âlem-i Gaybın arkasında söyleyen, konuşan, emir ve nehyedip hitap eden bir Zâtın kelimâtı, hitâbâtını gösterecek peygamberler ve nâzil olan Kitaplardır. Elbette kâinattaki hayat, kat'î bir Sûrette Hayy-ı Ezelînin vücûb-u vücûduna kat'î şehadet ettiği gibi, o hayat-ı ezeliyyenin şuââtı, celevâtı, münesebâtı olan «İrsâl-i Rüsul ve İnzâl-i Kütüb» rükünlerine bakar remzen isbat eder ve bilhassa Risâlet-i Muhammediyye ve Vahy-i Kur'anî, hayatın ruhu ve aklı hükmünde olduğundan, bu hayatın vücudu gibi hakkaniyetleri kat'îdir denilebilir.
Evet, nasılki hayat; bu kâinattan süzülmüş bir hulâsadır veşuur ve his dahi, hayattan süzülmüş, hayatın bir hulâsasıdır ve akıl
sh:» (S: 115)
dahi, şuurdan ve hisden süzülmüş, şuurun bir hulâsasıdır ve ruh dahi, hayatın hâlis ve sâfi bir cevheri ve sâbit ve müstakil zâtıdır. Öyle de, maddî ve mânevî, Hayat-ı Muhammediyye (A.S.M.) dahi; hayattan ve ruh-u kâinattan süzülmüş hulâsat-ül-hulâsadır ve Risâlet-i Muhammediyye (A.S.M.) dahi; kâinatın his ve şuur ve aklından süzülmüş en sâfi hulâsasıdır. Belki maddî ve mânevî hayat-ı Muhammediyye (A.S.M.), - âsârının şehadetiyle- hayat-ı kâinatın hayatıdır ve Risâlet-i Muhammediyye (A.S.M.) şuur-u kâinatın şuurudur ve nûrudur ve Vahy-i Kur'an dahi, -hayatdar hakaikının şehadetiyle- hayat-ı kâinatın ruhudur ve şuur-u kâinatın aklıdır. Evet, evet, evet!..
Eğer, kâinattan Risâlet-i Muhammediyyenin (A.S.M.) nûru çıksa, gitse, kâinat vefat edecek. Eğer Kur'an gitse, kâinat divâne olacak ve Küre-i Arz, kafasını, aklını kaybedecek. Belki, şuursuz kalmış olan başını, bir seyyâreye çarpacak, bir Kıyâmeti koparacak...
Hem hayat, «îman-ı Bilkader» rüknüne bakıyor. Remzen isbat eder. Çünki, mâdem hayat, âlem-i şehadetin ziyâsıdır; ve istilâ ediyor ve vücudun neticesi ve gayesidir ve Hâlik-ı kâinatın en câmi âyinesidir ve Faaliyet-i Rabbâniyyenini en mükemmel enmûzeci ve fihristesidir. (Temsilde hatâ olmasın) bin nevi programı hükmündedir. Elbette âlem-i gayb, yâni mâzi, müstakbel, yâni geçmiş ve gelecek mahlûkatın hayat-ı mâneviyyeleri hükmünde olan intizâm ve nizâm ve mâlûmiyyet ve meşhûdiyyet ve taayyün ve evâmir-i tekvîniyyeyi imtisâle müheyya bir vaziyette bulunmalarını, sırr-ı hayat iktiza ediyor. Nasılki, bir ağacın çekirdek-i aslîsi ve kökü ve müntehasında ve meyvelerindeki çeikrdekleri dahi; aynen ağaç gibi bir nevi hayata mazhardırlar. Belki, ağacın kavânin-i hayatiyyesinden daha ince kavânin-i hayatı taşıyorlar. Hem nasılki, bu hâzır bahardan evvel geçmiş güzün bıraktığı tohumlar ve kökler; bu bahar gittikten sonra gelecek baharlarda bırakacağı çekirdekler, kökler; bu bahar gibi, cilve-i hayatı taşıyorlar ve kavânin-i hayatiyyeye tâbidirler. Aynen öyle de: Şecere-i kâinatın bütün dal ve budaklariyle herbirinin bir mâzisi ve müstakbeli var. Geçmiş ve gelecek tavırlardan ve vaziyetlerden müteşekkil bir silsilesi bulunur. Her nevi ve her cüz'ünün ilm-i ilâhiyyede muhtelif tavırlar ile müteaddit vücutları, bir silsile-i vücûd-u ilmî teşkil eder ve vücûd-u hâricî gibi, vücûd-u ilmî dahi, hayat-ı umumiyyenin, mânevî bir cilvesine maz-
sh:» (S: 116)
hardır ki; Mukadderat-ı hayatiyye o mânidar ve canlı Elvâh-ı Kaderiyyeden alınır.
Evet, âlem-i gaybın bir nev'i olan âlem-i ervah; ayn-ı hayat ve madde-i hayat ve hayatın cevherleri ve zatları olan ervah ile dolu olması, elbette mâzi ve müstakbel denilen âlem-i gaybın bir diğer nev'i de ve ikinci kısmı dahi cilve-i hayata mazhariyyeti ister ve istilzam eder. Hem, bir şey'in vücûd-u ilmîsindeki intizâm-ı ekmel ve mânidar vaziyetleri ve canlı meyveleri, tavırları, bir nevi hayat-ı mâneviyyeye mazhariyyetini gösterir. Evet, hayat-ı ezeliyye güneşinin ziyâsı olan, bu gibi cilve-i hayat, elbette yalnız bu âlem-i şehadete ve bu zaman-ı hâzıra ve bu vücûd-u hâricîye münhasır olamaz. Belki, herbir âlem, kabiliyetine göre o ziyanın cilvesine mazhardır ve kâinat, bütün âlemleriyle o cilve ile hayatdar ve ziyâdardır. Yoksa, nazar-ı dalâletin gördüğü gibi, muvakkat ve zahirî bir hayat altında herbir âlem büyük ve müthiş birer cenâze ve karanlıklı birer virâne âlem olacaktı.
İşte, Kadere ve Kazâya îman rüknünün dahi geniş bir vechi de sırr-ı hayatla anlaşılıyor; ve sâbit oluyor. Yâni, nasılki âlem-i şehadet ve mevcut hâzır eşya, intizâmlariyle ve neticeleriyle hayatdarlıkları görünüyor. Öyle de, âlem-i gaybdan sayılan geçmiş ve gelecek mahlûkatın dahi, mânen hayatdar bir vücûd-u mânevîleri ve ruhlu birer sübût-u ilmîleri vardır ki: Levh-i Kaza ve Kader vasıtasiyle o mânevî hayatın eseri, mukadderat namiyle görünür, tezâhür eder...
* * *
sh:» (S: 117)
Zeylin Üçüncü parçası
Haşir münasebetiyle bir sual: Kur'anda mükerreren:
اِنْ كَانَتْ اِلاَّ صَيْحَةً وَاحِدَةً hem وَمَآ اَمْرُ السَّاعَةِ اِلاَّ كَلَمْحِ الْبَصَرِ fermanları gösteriyor ki: Haşr-i Â'zam bir anda, zamansız vücuda geliyor. Dar akıl ise, bu hadsiz derece hârika ve emsalsiz olan mes'eleyi iz'ân ile kabûl etmesine medâr olacak meşhud bir misâl ister.
ELCEVAP: Haşirde, ruhların cesedlere gelmesi var. Hem cesedlerin ihyası var. Hem cesedlerin inşası var.«Üç mes'ele» dir.
BİRİNCİ MES'ELE: Ruhların cesedlerine gelmesine misâl ise: Gâyet muntâzam bir ordunun efradı, istirahat için her tarafa dağılmış iken, yüksek sadâlı bir boru sesiyle toplanmalarıdır. Evet, İsrâfil'in borusu olan SUR'u, ordunun borazanından geri olmadığı gibi, ebedler tarafında ve zerreler âleminde iken Ezel cânibinden gelen اَلَسْتُبِرَبِّكُمْ hitâbını işiten ve قَالُوابَلَى ile cevab veren ervahlar, elbette ordunun neferatından binler derece daha müsahhar ve muntâzam ve mutîdirler. Hem değil yalnız ruhlar, belki bütün zerreler dahi, bir ordu-yu Sübhânî ve emirber neferleri olduğunu kat'î bürhânlarla Otuzuncu Söz isbat etmiş.
İKİNCİ MES'ELE: Cesedlerin ihyası misâli ise: Çok büyük bir şehirde, şenlik bir gecede, birtek merkezden, yüzbin elektrik lâmbaları, âdeta zamansız bir anda canlanmaları ve ışıklanmaları gibi, bütün Küre-i Arz yüzünde dahi, birtek merkezden yüz milyon lâmbalara nur vermek mümkündür. Mâdem Cenâb-ı Hakkın elektrik gibi bir mahlûku ve bir misâfirhanesinde bir hizmetkârı ve bir mumdarı, Hâlıkından aldığı terbiye ve intizâm dersiyle bu keyfiyyete mazhar oluyor. Elbette elektrik gibi binler nuranî hizmetkârlarının temsil ettikleri, hikmet-i İlâhiyyenin muntâzam kanunları dairesinde Haşr-i A'zam tarfetül-ayn'da vücûda gelebilir.
ÜÇÜNCÜ MES'ELE, Kİ : Ecsâdın def'aten inşasının misâli ise;
sh:» (S: 11
bahar mevsiminde birkaç gün zarfında nev-i beşerin umumundan bin derece ziyade olan umum ağaçların bütün yaprakları, evvelki baharın aynı gibi birden mükemmel bir sûrette inşaları ve yine umum ağaçların umum çiçekleri ve meyveleri ve yaprakları, geçmiş baharın mahsulâtı gibi, berk gibi bir sür'atle îcadları; hem o baharın mebde'leri olan hadsiz tohumcukların, çekirdeklerin, köklerin, birden beraber intibahları ve inkişafları ve ihyâları; hem kemiklerden ibaret olarak ayakta duran emvat gibi bütün ağaçların cenazeleri bir emir ile def'aten «Ba'sü Ba'del Mevt» e mazhariyetleri ve neşirleri; hem küçücük hayvan tâifelerinin hadsiz efradlarının gâyet derecede san'atlı bir Sûrette ihyâları; hem, bilhassa sinekler kabîlelerinin haşirleri ve bilhassa daima yüzünü, gözünü, kanadını temizlemekle bize abdesti ve nezâfeti ihtar eden ve yüzümüzü okşayan gözümüz önündeki kabîlenin bir senede neşrolan efrâdı, benî-âdemin Âdem zamanından beri gelen umum efradından fazla olduğu halde, her baharda sâir kabîleler ile beraber birkaç gün zarfında inşaları ve ihyâları, haşirleri; elbette Kıyâmette ecsad-ı insâniyenin inşasına bir misâl değil, belki binler misâldirler.
Evet dünya dârül-hikmet ve âhiret dârül-kudret olduğundan; dünyada Hakîm, Mürettib, Müdebbir, Mürebbi gibi çok isimlerin iktizasıyla, dünyada îcad-ı eşya bir derece tedricî ve zaman ile olması; Hikmet-i Rabbâniyyenin muktezası olmuş. Âhirette ise, hikmetten ziyade kudret ve rahmetin tezâhürleri için maddeye ve müddete ve zamânâ ve beklemeye ihtiyaç bırakmadan birden eşya inşa ediliyor. Burada bir günde ve bir senede yapılan işler, âhirette bir anda, ve bir lemhada inşasına işareten Kur'an-ı Mu'cizül-Beyân وَمَآاَمْرُالسَّاعَةِاِلاَّكَلَمْحِالْبَصَرِاَوْهُوَاَقْرَبُ ferman eder. Eğer haşrin gelmesini, gelecek baharın gelmesi gibi, kat'î bir sûrette anlamak istersen; haşre dair Onuncu Söz ile Yirmidokuzuncu Söze dikkat ile bak, gör. Eğer baharın gelmesi gibi inanmaz isen, gel parmağını gözüme sok...
DöRDÜNCÜ MES'ELE olan mevt-i dünya ve kıyâmet kopması ise: Bir anda bir seyyâre veya bir kuyruklu yıldızın emr-i Rabbânî ile Küremize, misafirhânemize çarpması; bu hânemizi harab edebilir. On senede yapılan bir sarayın, bir dakikada harab olması gibi...
***
sh:» (S: 119)
Zeylin Dördüncü parçası
قَالَ مَنْ يُحْيِ الْعِظَامَ وَهِىَ رَمِيمٌ قُلْ يُحْيِيهَا الَّذِ اَنْشَاَهَآ اَوَّلَ مَرَّةٍ وَهُوَ بِكُلِّ خَلْقٍ عَلِيمٌ

Yâni, insan der: «Çürümüş kemikleri kim diriltecek?» Sen, de: «Kim, onları bidayeten inşa edip hayat vermiş ise o diriltecek.»
Onuncu Sözün Dokuzuncu Hakikatının Üçüncü temsilinde tasvir edildiği gibi; bir zat göz önünde bir günde yeniden büyük bir orduyu teşkil ettiği halde, biri dese: «Şu zat, efradı istirahat için dağılmış olan bir taburu bir boru ile toplar, tabur nizâmı altına getirebilir.» Sen ey insan, desen «İnanmam.» Ne kadar divânece bir inkâr olduğunu bilirsin. Aynen onun gibi; hiçlikten, yeniden ordu-misâl bütün hayvânat ve sâir zîhayatın, tabur-misâl cesedlerini kemâl-i intizâmla ve mîzan-ı hikmetle o bedenlerin zerratını ve letâifini emr-i كُنْفَيَكُونُ ile kaydedip yerleştiren ve her karnda, hattâ her baharda ruy-i zeminde yüz binler ordu-misâl zevil-hayatın envâlarını ve tâifelerini îcad eden bir Zât-ı Kadîr-i Alîm, tabur-misâl bir cesedin nizâmı altına girmekle birbiriyle tanışan zerrat-ı esâsiyye ve eczâ-i asliyyeyi bir sayha ile Sûr-u İsrâfilin borusuyla nasıl toplayabilir? İstib'âd sûretinde denilir mi? Denilse, eblehcesine bir divâneliktir.
Hem, Kur'an kâh oluyor ki; Cenâb-ı Hakkın âhirette hârika ef'allerini kalbe kabûl ettirmek için, ihzâriye hükmünde ve zihni tasdike müheyya etmek için, bir i'dâdiye sûretinde, dünyadaki acâip ef'âlini zikreder. Veyahut, istikbalî ve uhrevî olan ef'âl-i acîbe-i
sh:» (S: 120)
İlâhiyyeyi öyle bir sûrette zikreder ki, meşhudumuz olan çok nazireleriyle onlara kanaatımız gelir. Meselâ:
اَوَلَمْ يَرَالاِنْسَانُ اَنَّا خَلَقْنَاهُ مِنْ نُطْفَةٍ فَاِذَا هُوَ خَصِيمٌ مُبِينٌ
tâ, Sûrerin âhirine kadar... İşte şu bahiste Haşir mes'elesinde Kur'an-ı Hakîm haşri isbat için yedi-sekiz Sûrette, muhtelif bir tarzda isbat ediyor.
Evvelâ: Neş'e-i Ulâyı nazara verir. Der ki: Nutfeden alakaya, alakadan mudğaya, mudğadan, tâ hilkat-i insâniyyeye kadar olan neş'etinizi görüyorsunuz... Nasıl oluyor ki: «Neş'e-i Uhra» yı inkâr ediyorsunuz?.. O, onun misli, belki dâva ehvenidir. Hem, Cenâb-ı Hak, insana karşı ettiği ihsânat-ı ezîmeyi:
اَلَّذِىجَعَلَ لَكُمْمِنَالشَّجَرِالاَخْضَرِ نَارًا kelimesiyle işaret edip der: Size böyle ni'met eden bir zât, sizi başıboş bırakmaz ki, kabre girip kalkmamak üzere yatasınız. Hem remzen der: Ölmüş ağaçların dirilip yeşillenmesini görüyorsunuz. Odun gibi kemiklerin hayat bulmasını kıyas edemeyip istib'âd ediyorsunuz. Hem, Semâvat ve Arzı halkeden, Semâvat ve Arzın meyvesi olan insanın hayat ve mematından âciz kalır mı? Koca ağacı idare eden, o ağacın meyvesne ehemmiyet vermeyip başkasına mal eder mi? Bütün ağacın neticesini terketmekle, bütün eczasıyla hikmetle yoğrulmuş hilkat neticesini terketmekle, bütün eczasıyla hikmetle yoğrulmuş hilkat şeceresini abes ve beyhûde yapar mı zannedersiniz? Der: Haşirde sizi ihya edecek Zât, öyle bir Zâttır ki, bütün kâinat Ona emirber nefer hükmündedir. Emr-i كُنْفَيَكُونَ e karşı kemâl-i inkıyad ile serfürû eder. Bir baharı halketmek, bir çiçek kadar Ona ehven gelir. Bütün hayvanatı îcad etmek, bir sinek îcadı kadar kudretine kolay gelir bir Zâttır. Öyle bir Zâta karşı: مَنْ يُحْيِ الْعِظَامَ deyip kudretine karşı ta'ciz ile meydan okunmaz!
Sonra, فَسُبْحَانَ الَّذِى بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَىْءٍ tâbiriyle; herşey'in


sh:» (S: 121)
dizgini elinde, herşey'in anahtarı yanında, gece ve gündüzü, kış ve yazı bir kitap sahifeleri gibi kolayca çevirir. Dünya ve âhireti iki menzil gibi; bunu yapar, onu açar bir Kadîr-i Zülcelâldir. Mâdem böyledir, bütün delâilin neticesi olarak: وَاِلَيْهِتُرْجَعُونَ yâni; kabirden sizi ihyâ edip, haşre getirip huzur-u kibriyâsında hesabınızı görecektir.
İşte şu âyetler, haşrin kabûlüne zihni müheyya etti. Kalbi de hâzır etti. Çünki: Nezâirini dünyevî ef'âl ile de gösterdi. Hem, kâh oluyor ki: Ef'âl-i uhreviyyesini öyle bir tarzda zikreder ki: Dünyevî nezâirlerini ihsas etsin. Tâ istib'âd ve inkâra meydan kalmasın, meselâ: اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ ilâahir.. ve اِذَا السَّمَآءُ انْفَطَرَتْ ilâahir.. ve اِذَا السَّمآءُ انْشَقَّتْ
İşte şu sûrelerde, kıyâmet ve haşirdeki inkılâbât-ı azîmeyi ve tasarrufat-ı Rubûbiyyeti öyle bir tarzda zikreder ki; insan onların nazirelerini dünyada, meselâ güzde, baharda gördüğü için, kalbe dehşet verip akla sığmayan on inkılâbatı kolayca kabûl eder. Şu üç sûrenin meâl-i icmâlîsine işaret dahi pek uzun olur. Onun için birtek kelimeyi nümune olarak göstereceğiz. Meselâ:
اِذَاالصُّحُفُ نُشِرَتْ kelimesiyle ifade eder ki: Haşirde herkesin bütün a'mâli bir sahife içinde yazılı olarak neşrediliyor. Şu mes'ele kendi kendine çok acîb olduğundan akıl ona yol bulamaz. Fakat, sûrenin işaret ettiği gibi haşr-i baharîde başka noktaların naziresi olduğu gibi, şu neşr-i suhuf naziresi pek zâhirdir. Çünki: Her meyvedâr ağaç, ve çiçekli bir otun da amelleri var, fiilleri var, vazifeleri var. Esmâ-i İlâhiyyeyi ne şekilde göstererek tesbihat etmiş ise ubûdiyyetleri var. İşte onun bütün bu amelleri tarih-i hayatlariyle beraber umum çekirdeklerinde, tohumcuklarında yazılıp başka bir baharda, başka bir zeminde çıkar. Gösterdiği şekil ve Sûret lisaniyle gâyet fasih bir Sûrette analarının ve asıllarının a'mâlini zikrettiği gibi dal, budak, yaprak, çiçek ve meyveleriyle sahife-i a'mâline neşr-
sh:» (S: 122)
eder. İşte gözümüzün önünde bu Hakîmâne, Hafîzâne, Müdebbirâne, Mürebbiyâne, Lâtifâne şu işi yapan Odur ki, der: اِذَاالصُّحُفُ نُشِرَتْBaşka noktaları buna kıyas eyle. Kuvvetin varsa istinbat et. Sana yardım için bunu da söyliyeceğiz. İşte: اِذَاالشَّمْسُكُوِّرَتْ Şu kelâm, tekvir lâfziyle, yâni, sarmak ve toplamak mânâsiyle parlak bir temsile işaret ettiği gibi, nazirini dahi îma eder.
Birinci: Evet, Cenâb-ı Hak tarafından adem ve esîr ve Semâ perdelerini açıp, Güneş gibi dünyayı ışıklandıran pırlanta-misâl bir lâmbayı, hazine-i rahmetinden çıkarıp dünyaya gösterdi. Dünya kapandıktan sonra o pırlantayı perdelerine sarıp kaldıracak.
İkinci: Veya ziya metâını neşretmek ve zeminin kafasına ziyayı zulmetle münâvebeten sarmakla muvazzaf bir memur olduğunu ve her akşam o memura metâını dahi toplattırıp gizlendiği gibi, kâh olur bir bulut perdesiyle alışverişini az yapar. Kâh olur; Ay onun yüzüne karşı perde olur; muamelesini bir derece çeker. Metâını ve muamelât defterlerin topladığı gibi elbette o memur bir vakit o memuriyetten infisal edecektir. Hattâ hiç bir sebeb-i azl bulunmazsa, şimdilik küçük, fakat büyümeye yüz tutmuş yüzündeki iki leke büyümekle, güneş, yerin başına izn-i ilâhî ile sardığı ziyayı, emr-i Rabbânî ile geriye alıp, güneşin başına sarıp «Haydi yerde işin kalmadı der, cehenneme git, sana ibâdet edip senin gibi bir memur-u Mûsahharı sadakatsizlikle tahkir edenleri yak» der اِذَاالشَّمْسُكُوِّرَتْfermanının lekeli siyah yüzüyle yüzünde okur.
* * *
sh:» (S: 123)
Zeylin Beşinci parçası
Evet, Nass-ı Hadîs ile nev-i beşerin en mümtaz şahsiyetleri olan yüz yirmidört bin Enbiyanın icmâ ve tevâtür ile, kısmen şuhuda ve kısmen hakkel-yakîne istinaden, müttefikan âhiretin vücudundan ve insanların oraya sevk edileceğinden ve bu kâinat Hâlikının kat'î vaad ettiği âhireti getireceğinden haber verdikleri gibi; ve onların verdikleri haberi keşif ve şuhud ile ilmel-yakîn Sûretinde tasdik eden yüz yirmidört milyon Evliyânın o âhiretin vücuduna şehadetleriyle ve bu kâinatın Sâni-i Hakîminin bütün esmâsı bu dünyada gösterdikleri cilveleriyle bir âlem-i bekayı bilbedâhe iktiza ettiklerinden yine âhiretin vücudan delâletiyle; ve her sene Baharda Ruy-i Zeminde ayakta duran had ve hesaba gelmez ölmüş ağaçların cenazelerini emr-i كُنْفَيَكُونَile ihya edip بَعْثُ بَعْدَالْمَوْتِe mazhar eden ve haşir ve neşrin yüz binler nümunesi olarak nebâtat taifelerinden ve hayvanat milletlerinden üçyüz bin nev'leri haşir ve neşir eden hadsiz bir Kudret-i Ezeliyye ve hesapsız ve israfsız bir Hikmet-i Ebediyye ve rızka muhtaç bütün zîruhları kemâl-i şefkatle gâyet hârika bir tarzda iâşe ettiren ve her baharda az bir zamanda had ve hesaba gelmez enva-ı zînet ve mehâsini gösteren bir Rahmet-i Bâkiye ve bir İnayet-i Dâime; bilbedâhe âhiretin vücudun istilzam ile, ve şu kâinatın en mükemmel meyvesi ve Hâlik-ı kâinatın en sevdiği masnûu ve kâinatın mevcûdâtiyle en ziyâde alâkadar olan insandaki şedit, sarsılmaz, daimî olan «aşk-ı beka» ve «şevk-i ebediyyet» ve «âmâl-i sermediyyet» bilbedâhe işareti ve delâletiyle, bu âlem-i fâniden sonra bir âlem-i bâki ve bir dâr-ı âhiret ve bir dâr-ı saâ-
sh:» (S: 124)
det bulunduğunu o derece kat'î bir Sûrette isbat ederler ki: Dünyanın vücudu kadar, bilbedâhe âhiretin vücudunu kabûl etmeyi istilzam ederler. (Hâşiye) Mâdem Kur'an-ı Hakîmin bize verdiği en mühim bir ders; îman-ı bil-âhirettir ve o îman da bu derece kuvvetlidir ve o îmanda öyle bir rica ve bir teselli var ki: Yüzbin ihtiyarlık bir tek şahsa gelse, bu îmandan gelen teselli, mukabil gelebilir. Biz ihtiyarlar اَلْحَمْدُ لِلَّهِ عَلَى كَمَالِ اْلاِيمَانِ deyip ihtiyarlığımıza sevinmeliyiz...
***
_______________
(Haşiye) : Evet, sübûti bir emri, ihbar etmenin kolaylığı ve inkâr ve nefyetmenin gâyet müşkil olduğu, bu temsilden görünür. Şöyle ki; biri dese: Süt konserveleri olan gâyet hakîka bir bahçe, küre-i Arz üzerine vardır. Diğeri dese: Yoktur. İsbat eden, yalnız onun yerini veyahut Bâzı meyvelerini göstermekle kolayca dâvasını isbad eder, İnkâr eden adam, nefyini isbat etmek için küri Arz bütün görmek ve göstermekle dâvasını isbat etmek için Küre-i Arzı bütün görmek ve göstermekle davâsını isbat edebilir. Aynen öyle de, Cenneti ihblar edenler yüzbinler teraşşuhatını, meyvelerini, âsarını gösterdiklerinden kat-ı nazar, iki şâhid-i sâdıkın sübûtuna şehadetleri kâfi gelirken onu inkâr eden hadsiz bir kâinatı ve hadsiz ebedi zaman temaşa etmek ve görmek ve eledikten sonra inkârını isbat edebilir; ademini gösterebilir. İşte ey ihtyar kardeşler, îman-ı âhiretin ne kadar kuvvetli olduğunu anlayınız...

Cevapla:

Nickin:

 Metin rengi:

 Metin büyüklüğü:
Tag leri kapat



Bütün konular: 366
Bütün postalar: 376
Bütün kullanıcılar: 13
Şu anda Online olan (kayıtlı) kullanıcılar: Hiçkimse crying smiley
 
 
  Bugün Sitemize 33746 ziyaretçi (90542 klik) Burdaydı! 2008 © Copyright ßy KaRaKuLe~DeVReM ® Tüm HakLar sakLıdır.  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol