islamsevdasi
  Forum
 
=> Daha kayıt olmadın mı?

Sitemize Üye OLduğunuz İçin Teşekür Ederiz.Üye OLmak için Daha kayıt olmadın mı? TıKlayınız!!!

Forum - Otuzbirinci söz sözler 31. söz -B-

Burdasın:
Forum => Risale-i Nur => Otuzbirinci söz sözler 31. söz -B-

<-Geri

 1 

Devam->


Haci
(şimdiye kadar 230 posta)
15.07.2008 08:39 (UTC)[alıntı yap]
Beşinci Meyve: İnsan kâinatın kıymetdar bir meyvesi ve Sâni'-i Kâinat'ın nazdar sevgilisi olduğu, Mi'rac ile anlaşılmış ve o meyveyi cin ve inse getirmiştir. Küçük bir mahluk, zayıf bir hayvan ve âciz bir zîşuur olan insanı, o meyve ile o kadar yüksek bir makama çıkarır ki: Kâinatın bütün mevcûdâtı üstünde bir makam-ı fahr veriyor. Ve öyle bir sevinç ve sürur-u mes'udiyetkârane veriyor ki, tasvir edilmez. Çünki âdi bir nefere denilse: "Sen müşir oldun." Ne kadar memnun olur. Halbuki fâni, âciz bir hayvan-ı nâtık, zeval ve firak sillesini daima yiyen bîçare insana, birden ebedî, bâki bir Cennet'te, Rahîm ve Kerim bir Rahman'ın rahmetinde ve hayal sür'atinde, ruhun vüs'atinde, aklın cevelanında, kalbin bütün arzularında, mülk ve melekûtunda tenezzühe, seyerana ve cevelana muvaffak olduğun gibi, saadet-i ebediyede rü'yet-i cemâline de muvaffak olursun denildiği vakit, insâniyeti sukut etmemiş bir insan, ne kadar derin ve ciddî bir sevinç ve süruru kalbinde hissedeceğini tahayyül edebilirsin.
(Orjinal Sayfa: 620)
Şimdi, makam-ı istima'da olan zâta deriz ki: İlhad gömleğini yırt, at. Mü'min kulağını geçir ve müslim gözlerini tak. Sana iki küçük temsil ile bir-iki meyvenin derece-i kıymetini göstereceğiz.
Meselâ: Senin ile biz beraber bir memlekette bulunuyoruz. Görüyoruz ki; herşey bize ve birbirine düşman ve bize yabancı.. her taraf müdhiş cenazelerle dolu.. işitilen sesler yetimlerin ağlayışı, mazlumların vaveylâsıdır. İşte biz, şöyle bir vaziyette olduğumuz vakitte; biri gitse, o memleketin padişahından bir müjde getirse, o müjde ile, bize yabancı olanlar ahbab şekline girse.. düşman gördüğümüz kimseler, kardeşler Sûretine dönse.. o müdhiş cenazeler, huşu ve huzûda, zikir ve tesbihte birer ibâdetkâr şeklinde görünse.. o yetîmâne ağlayışlar, senakârane "yaşasın"lar hükmüne girse.. ve o ölümler ve o soymaklar, garatlar terhisat Sûretine dönse.. kendi sürurumuz ile beraber, herkesin süruruna müşterek olsak; o müjde ne kadar mesrurane olduğunu elbette anlarsın. İşte Mi'rac-ı Ahmediye'nin (A.S.M.) bir meyvesi olan nur-u îmândan evvel, şu kâinatın mevcûdâtı, nazar-ı dalaletle bakıldığı vakit; yabancı, muzır, müz'iç, muvahhiş ve dağ gibi cirmler birer müdhiş cenaze, ecel herkesin başını kesip adem-âbâd kuyusuna atar. Bütün sadalar, firak ve zevalden gelen vaveylâlar olduğu halde, dalaletin öyle tasvir ettiği hengâmda; meyve-i Mi'rac olan hakaik-i erkân-ı îmâniye nasıl mevcûdâtı sana kardeş, dost ve Sâni'-i Zülcelâline zâkir ve müsebbih; ve mevt ve zeval, bir nevi terhis ve vazifeden âzad etmek; ve sadalar, birer tesbihat hakikatında olduğunu sana gösterir. Bu hakikatı tamam görmek istersen, İkinci ve Sekizinci Sözlere bak.
İkinci Temsil: Senin ile biz, sahra-yı kebir gibi bir mevkideyiz. Kum denizi fırtınasında, gece o kadar karanlık olduğundan, elimizi bile göremiyoruz. Kimsesiz, hâmisiz, aç ve susuz, me'yus ve ümidsiz bir vaziyette olduğumuz dakikada, birden bir zât, o karanlık perdesinden geçip; sonra gelip, bir otomobil hediye getirse ve bizi bindirse, birden cennet-misâl bir yerde istikbalimiz temin edilmiş, gâyet merhametkâr bir hâmimiz bulunmuş, yiyecek ve içecek ihzâr edilmiş bir yerde bizi koysa; ne kadar memnun oluruz, bilirsin.
İşte o sahra-yı kebir, bu dünya yüzüdür. O kum denizi, bu hâdisat içinde harekât-ı zerrat ve seyl-i zaman tahrikiyle çalkanan
(Orjinal Sayfa: 621)
mevcûdât ve bîçare insandır. Her insan, endişesiyle kalbi dağdar olan istikbali; müdhiş zulümat içinde, nazar-ı dalaletle görüyor. Feryadını işittirecek kimseyi bilmiyor. Nihayetsiz aç, nihayetsiz susuzdur. İşte semere-i Mi'rac olan marziyat-ı İlahiye ile şu dünya, gâyet kerim bir zâtın misafirhanesi, insanlar dahi onun misafirleri, memurları, istikbal dahi cennet gibi güzel, rahmet gibi şirin ve saadet-i ebediye gibi parlak göründüğü vakit; ne kadar hoş, güzel, şirin bir meyve olduğunu anlarsın.
Makam-ı istima'da olan zât diyor ki: "Cenâb-ı Hakk'a yüz binler hamd ve şükür olsun ki ilhaddan kurtuldum, tevhide girdim, tamamıyla inandım ve Kemâl-i îmânı kazandım."
Biz de deriz: Ey kardeş! Seni tebrik ediyoruz. Cenâb-ı Hak bizleri, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın şefaatına mazhar etsin, âmîn.
اَللَّهُمَّ صَلِّ عَلَى مَنِ انْشَقَّ بِاِشَارَتِهِ الْقَمَرُ وَ نَبَعَ مِنْ اَصَابِعِهِ الْمَآءُ كَالْكَوْثَرِ صَاحِبُ الْمِعْرَاجِ وَ مَا زَاغَ الْبَصَرُ سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى اَلِهِ وَ اَصْحَابِهِ اَجْمَِعِينَ مِنْ اَوَّلِ الدُّنْيَا اِلَى آخِرِ الْمَحْشَرِ
سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَآ اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
رَبَّنَا تَقَبَّلْ مِنَّا اِنَّكَ اَنْتَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ رَبَّنَا لاَ تُؤَاخِذْنَا اِنْ نَسِينَا اَوْ اَخْطَاْنَا رَبَّنَا لاَ تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ اِذْ هَدَيْتَنَا رَبَّنَا اَتْمِمْ لَنَا نُورَنَا وَاغْفِرْلَنَا اِنّكَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
وَ آخِرُ دَعْوَيهُمْ اَنِ الْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ
* * *
(Orjinal Sayfa: 622)
ONDOKUZUNCU VE OTUZBİRİNCİ SÖZLERİN ZEYLİ
"Şakk-ı Kamer" mu'cizesine dairdir
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
اِقْتَرَبَتِالسَّاعَةُوَانْشَقَّالْقَمَرُوَاِنْيَرَوْآيَةًيُعْرِضُواوَيَقُولُواسِحْرٌمُسْتَمِرٌّ
Kamer gibi parlak bir Mu'cize-i Ahmediye (A.S.M.) olan inşikak-ı Kamer'i, evham-ı faside ile inhisafa uğratmak isteyen feylesoflar ve onların muhakemesiz mukallidleri diyorlar ki: "Eğer inşikak-ı Kamer vuku bulsa idi umum âleme mâlûm olurdu. Bütün tarih-i beşerin nakletmesi lâzım gelirdi?"
Elcevab: İnşikak-ı Kamer dâva-yı nübüvvete delil olmak için o dâvayı işiten ve inkâr eden hâzır bir Cemâate, gecede, vakt-i gaflette âni olarak gösterildiğinden; hem ihtilaf-ı metâli' ve sis ve bulutlar gibi rü'yete mâni esbabın vücudu ile beraber, o zamanda medeniyet taammüm etmediğinden ve hususî kaldığından ve tarassudat-ı semâviye pek az olduğundan; bütün etraf-ı âlemde görülmek, umum tarihlere geçmek, elbette lâzım değildir. Şakk-ı Kamer yüzünden bu evham bulutlarını dağıtacak çok noktalardan şimdilik "Beş Nokta"yı dinle...
BİRİNCİ NOKTA: O zaman, o zemindeki küffarın gâyet şedid derecede inadları, tarihen mâlûm ve meşhur olduğu halde; Kur'an-ı Hakîm'in وَانْشَقَّالْقَمَرُ demesiyle şu vak'ayı umum âleme ihbar ettiği halde; Kur'anı inkâr eden o küffardan hiçbir kimse, şu âyetin tekzibine, yâni ihbar ettiği şu vakıanın inkârına ağız açma
(Orjinal Sayfa: 623)
mışlar. Eğer o zamanda o hâdise, o küffarca kat'î ve vâki bir hâdise olmasa idi; şu sözü serrişte ederek, gâyet dehşetli bir tekzibe ve Peygamberin ibtal-i dâvasına hücum göstereceklerdi. Halbuki şu vak'aya dair siyer ve tarih, o vak'a ile münasebetdar küffarın adem-i vukuuna dair hiçbir şeyini nakletmemişlerdir. Yalnız وَيَقُولُواسِحْرٌمُسْتَمِرٌّ âyetinin Beyân ettiği gibi, tarihçe menkul olan şudur ki: O hâdiseyi gören küffar, "sihirdir" demişler ve "Bize sihir gösterdi. Eğer sâir taraflardaki kervan ve kafileler görmüşlerse hakikattır. Yoksa bize sihir etmiş." demişler. Sonra sabahleyin Yemen ve başka taraflardan gelen kafileler ihbar ettiler ki: "Böyle bir hâdiseyi gördük." Sonra küffar, Fahr-i Âlem (A.S.M.) hakkında (hâşâ "Yetim-i Ebu Talib'in sihri semâya da tesir etti" dediler.
İKİNCİ NOKTA: Sa'd-ı Taftazanî gibi eazım-ı muhakkikînin ekseri demişler ki: "İnşikak-ı Kamer; parmaklarından su akması umum bir orduya su içirmesi, câmide hutbe okurken dayandığı kuru direğin müfarakat-ı Ahmediye'den (A.S.M.) ağlaması umum Cemâatin işitmesi gibi mütevatirdir. Yâni öyle tabakadan tabakaya bir Cemâat-ı kesîre nakletmiştir ki, kizbe ittifakları muhaldir. "Hâle" gibi meşhur bir kuyruklu yıldızın bin sene evvel çıkması gibi mütevatirdir. "Görmediğimiz Serendib Adası'nın vücudu gibi tevatürle vücudu kat'îdir, demişler. İşte böyle gâyet kat'î ve şuhudî mesâilde teşkikat-ı vehmiye yapmak, akılsızlıktır. Yalnız muhal olmamak kâfidir. Halbuki şakk-ı Kamer, bir volkanla inşikak eden bir dağ gibi mümkündür.
ÜÇÜNCÜ NOKTA: Mu'cize; dâva-yı nübüvvetin isbatı için, münkirleri ikna' etmek içindir, icbar için değildir. Öyle ise dâva-yı nübüvveti işitenler için, ikna' edecek bir derecede mu'cize göstermek lâzımdır. Sâir taraflara göstermek veyahut icbar derecesinde bir bedâhetle izhar etmek, Hakîm-i Zülcelâl'in hikmetine münafî olduğu gibi, sırr-ı teklife dahi muhaliftir. Çünki "Akla kapı açmak, ihtiyarı elinden almamak" sırr-ı teklif iktiza ediyor. Eğer Fâtır-ı Hakîm inşikak-ı Kamer'i, feylesofların hevesâtına göre bütün âleme
(Orjinal Sayfa: 624)
göstermek için bir-iki saat öyle bıraksa idi ve beşerin umum tarihlerine geçse idi, o vakit sâir hâdisat-ı semâviye gibi; ya dâva-yı nübüvvete delil olmazdı, Risâlet-i Ahmediyeye (A.S.M.) hususiyeti kalmazdı veyahut bedâhet derecesinde öyle bir mu'cize olacaktı ki; aklı icbar edecek, aklın ihtiyarını elinden alacak, ister istemez nübüvveti tasdik edecek. Ebucehil gibi kömür ruhlu, Ebubekir-i Sıddık gibi elmas ruhlu adamlar bir seviyede kalıp, sırr-ı teklif zayi' olacaktı. İşte bu sır içindir ki; hem âni, hem gece, hem vakt-i gaflet, hem ihtilaf-ı metâli', sis ve bulut gibi sâir mevanii perde ederek umum âleme gösterilmedi veyahut tarihlere geçirilmedi.
DÖRDÜNCÜ NOKTA: Şu hâdise, gece vakti herkes gaflette iken âni bir Sûrette vuku bulduğundan etraf-ı âlemde elbette görülmeyecek. Bâzı efrada görünse de, gözüne inanmayacak. İnandırsa da, elbette böyle mühim bir hâdise, haber-i vâhid ile tarihlere bâki bir sermaye olmayacak.
Bâzı kitablarda: "Kamer, iki parça olduktan sonra yere inmiş" ilâvesi ise; ehl-i tahkik reddetmişler. "Şu mu'cize-i bâhireyi kıymetten düşürmek niyetiyle, belki bir münafık ilhak etmiş" demişler.
Hem meselâ o vakit, cehâlet sisiyle muhat İngiltere, İspanya'da yeni gurub; Amerika'da gündüz; Çin'de, Japonya'da sabah olduğu gibi, başka yerlerde başka esbab-ı mâniaya binaen elbette görülmeyecek. Şimdi bu akılsız muterize bak, diyor ki: "İngiltere, Çin, Japon, Amerika gibi akvamın tarihleri bundan bahsetmiyor. Öyle ise vuku bulmamış." Bin nefrin onun gibi Avrupa kâselislerinin başına...
BEŞİNCİ NOKTA: İnşikak-ı Kamer, kendi kendine Bâzı esbaba binaen vuku bulmuş, tesadüfî, tabiî bir hâdise değil ki; âdi ve tabiî kanunlarına tatbik edilsin. Belki Şems ve Kamer'in Hâlık-ı Hakîm'i, Resulünün Risâletini tasdik ve dâvasını tenvir için hârikulâde olarak o hâdiseyi îka etmiştir. Sırr-ı irşad ve sırr-ı teklif ve hikmet-i Risâletin iktizasıyla, hikmet-i rubûbiyetin istediği in
(Orjinal Sayfa: 625)
sanlara ilzam-ı hüccet için gösterilmiştir. O sırr-ı hikmetin iktiza etmedikleri, istemedikleri ve dâva-yı nübüvveti henüz işitmedikleri aktar-ı zemindeki insanlara göstermemek için, sis ve bulut ve ihtilaf-ı metâli' haysiyetiyle; Bâzı memleketin kameri daha çıkmaması ve bazıların güneşleri çıkması ve bir kısmının sabahı olması ve bir kısmının güneşi yeni gurub etmesi gibi, o hâdiseyi görmeye mâni pekçok esbaba binaen gösterilmemiş. Eğer umum onlara dahi gösterilse idi, o halde ya işaret-i Ahmediye'nin (A.S.M.) neticesi ve mu'cize-i nübüvvet olarak gösterilecekti; o vakit Risâleti, bedâhet derecesine çıkacaktı. Herkes tasdike mecbur olurdu, aklın ihtiyarı kalmazdı. İman ise, aklın ihtiyarıyladır. Sırr-ı teklif zayi' olurdu. Eğer sırf bir hâdise-i semâviye olarak gösterilse idi; Risâlet-i Ahmediye (A.S.M.) ile münasebeti kesilirdi ve onunla hususiyeti kalmazdı.
Elhasıl: Şakk-ı Kamer'in imkânında şübhe kalmadı. Kat'î isbat edildi.
Şimdi, vukuuna delâlet eden çok bürhânlarından altısına (Haşiye) işaret ederiz. Şöyle ki:
Ehl-i adâlet olan sahabelerin, vukuuna icmâı ve ehl-i tahkik umum müfessirlerin, وَانْشَقَّالْقَمَرُ tefsirinde onun vukuuna ittifakı ve ehl-i rivayet-i sadıka bütün muhaddisînin, pek çok senedlerle ve muhtelif tarîklerle vukuunu nakletmesi ve ehl-i keşif ve ilham bütün evliya ve sıddıkînin şehadeti ve ilm-i Kelâm'ın meslekçe birbirinden çok uzak olan imamların ve mütebahhir ülemânın tasdiki ve nass-ı kat'î ile dalâlet üzerine icmâ'ları vaki' olmayan ümmet-i Muhammediyenin (A.S.M.) o vak'ayı telakki-i bilkabûl etmesi; güneş gibi inşikak-ı Kamer'i isbat eder.
Elhasıl: Buraya kadar tahkik namına ve hasmı ilzam hesabına idi. Bundan sonraki cümleler, hakikat namına ve îmân hesabınadır. Evet, tahkik öyle dedi. Hakikat ise diyor ki:
_____________________________
(Haşiye): Yâni, altı defa icmâ' Sûretinde, vukuuna dair altı hüccet vardır. Bu makam çok izaha lâyık iken, maatteessüf kısa kalmıştır.
(Orjinal Sayfa: 626)
Semâ-yı Risâletin kamer-i müniri olan Hâtem-i Divan-ı Nübüvvet, nasılki mahbubiyet derecesine çıkan ubûdiyetindeki velâyetin keramet-i uzması ve mu'cize-i kübrâsı olan Mi'rac ile, yâni bir cism-i Arzı semâvatta gezdirmekle semâvatın sekenesine ve âlem-i ulvî ehline rüchaniyeti ve mahbubiyeti gösterildi ve velâyetini isbat etti. Öyle de: Arz'a bağlı, semâya asılı olan Kamer'i, bir Arzlının işaretiyle iki parça ederek Arz'ın sekenesine, o Arzlının Risâletine öyle bir mu'cize gösterildi ki: Zât-ı Ahmediye (A.S.M.) Kamer'in açılmış iki nurani kanadı gibi; Risâlet ve velâyet gibi iki nurani kanadıyla, iki ziyadar cenah ile, evc-i Kemâlâta uçmuş; tâ Kab-ı Kavseyn'e çıkmış, hem ehl-i Semâvat, hem ehl-i Arz'a medâr-ı fahr olmuştur...
عَلَيْهِوَعَلَىاَلِهاَلصَّلوةُوَالتَّسْلِيمَاتُِمْلأَاْلاَرضِوَالسَّموَاتِ
سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَآ اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
اَللَّهُمَّ بِحَقِّ مَنِ انْشَقَّ الْقَمَرُ بِااِشَارَتِهِ اجْعَلْ قَلْبِى وَ قُلُوبَ طَلَبَتِ رَسَائِلِ النُّرِ الصَّادِقِينَ كَالْقَمَرِ فِى مُقَابَلَةِ شَمْسِ الْقُرْاَنِ اَمِينَ اَمِينَ.



Cevapla:

Nickin:

 Metin rengi:

 Metin büyüklüğü:
Tag leri kapat



Bütün konular: 366
Bütün postalar: 376
Bütün kullanıcılar: 13
Şu anda Online olan (kayıtlı) kullanıcılar: Hiçkimse crying smiley
 
 
  Bugün Sitemize 33799 ziyaretçi (90872 klik) Burdaydı! 2008 © Copyright ßy KaRaKuLe~DeVReM ® Tüm HakLar sakLıdır.  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol