islamsevdasi
  Forum
 
=> Daha kayıt olmadın mı?

Sitemize Üye OLduğunuz İçin Teşekür Ederiz.Üye OLmak için Daha kayıt olmadın mı? TıKlayınız!!!

Forum - Otuzikinci söz sözler 32. söz -B-

Burdasın:
Forum => Risale-i Nur => Otuzikinci söz sözler 32. söz -B-

<-Geri

 1 

Devam->


Haci
(şimdiye kadar 230 posta)
15.07.2008 08:29 (UTC)[alıntı yap]
(Orijinal Sayfa: 650)
Hangi iş ona ağır gelebilir? Hangi yer ondan gizlenebilir? Hangi ferd ondan uzak kalabilir? Hangi şahıs külliyet kesbetmeden ona yanaşabilir? Hiç eşya ondan gizlenebilir mi? Hiç bir iş, bir işe mâni olur mu? Hiçbir yer, onun huzurundan hâlî kalır mı? İbn-i Abbas Radıyallahü Anh'ın dediği gibi: "Herbir mevcûda bakar birer mânevî basarı ve işitir birer mânevî sem'i" bulunmaz mı? Silsile-i eşya, onun evâmir ve kanunlarının sür'atle cereyanlarına birer tel, birer damar hükmüne geçmez mi? Mevani' ve avaik, onun tasarrufuna vesâil ve vesait olamaz mı? Esbab ve vesait, sırf zâhirî bir perde olamaz mı? Hiçbir yerde bulunmadığı halde, her yerde bulunmaz mı? Hiç tahayyüz ve temekküne muhtaç olur mu? Hiç uzaklık ve küçüklük ve tabakat-ı vücudun perdeleri, onun kurbiyetine ve tasarrufuna ve şuhuduna mâni olabilir mi? Hem hiç maddîlerin, mümkinlerin, kesiflerin, kesîrlerin, mukayyedlerin, mahdudların hassaları ve maddenin ve imkânın ve kesafetin ve kesretin ve takayyüdün ve mahdudiyetin mahsus ve münhasır lâzımları olan tegayyür, tebeddül, tahayyüz ve tecezzi gibi emirler; maddeden mücerred ve Vâcib-ül Vücud ve Nur-ul Envar ve Vâhid-i Ehad ve kuyuddan münezzeh ve hududdan müberra ve kusurdan mukaddes ve noksandan muallâ bir Zât-ı Akdes'e lâhik olabilir mi? Acz, hiç ona yakışır mı? Kusur, hiç onun damen-i izzetine yanaşır mı?
İKİNCİ MAKSAD'IN HÂTİMESİ
Bir zaman ehadiyete dair bir tefekkürde bulunduğum zaman, odamın yanındaki çınar ağacının meyvelerine baktım: Arabiyy-ül ibare bir silsile-i tefekkür kalbe geldi. Nasıl gelmiş ise, öyle arabî olarak yazıp, sonra kısa bir mealini söyleyeceğim. İşte:
نَعَمْ فَاْلاَثْمَارُ وَالْبُذُورُ مُعْجِزَاتُ الْحِكْمَةِ خَوَارِقُ الصَّنْعَةِ هَدَايَاءُ الرَّحْمَةِ بَرَاهِينُ الْوَحْدَةِ بَشَائِرُ لُطْفِهِ فِى دَارِ اْلآخِرَةِ شَوَاهِدُ صَادِقَةٌ بِاَنَّ خَلاَّقَهَا لِكُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ كُلُّ اْلاَثْمَارِ وَالْبُذُورِ مَرَايَاءُ الْوَحْدَةِ فِى اَطْرَافِ الْكَثْرَةِ اِشَارَاتُ الْقَدَرِ رُمُوزَاتُ الْقُدْرَةِ بِاَنَّ تَاكَ الْكَثْرَةَ مِنْ مَنْبَعِ الْوَحْدَةِ تَصْدُرُ شَاهِدَةً لِوَحْدَةِ الْفَاطِرِ فِى الصُّنْعِ وَالتَّصْوِيرِ ثُمَّ اِلَى الْوَحْدَةِ تَنْتَهِى ذَاكِرَةً لِحِكْمَةِ الْقَادِرِ فِى الْخَلْقِ وَالتَّدْبِيرِ وَكَذَاهُنَّ تَلْوِيحَاتُ الْحِكْمَةِ بِاَنَّ صَانِعَ الْكُلِّ بِكُلِّيَّةِ النَّظَرِ اِلَى الْجُزْئِىِّ يَنْظُرُ ثُمَّ اِلَى جُزْئِهِ
(Orjinal Sayfa: 651)
اِذْ اِنْ كَانَ ثَمَرًا فَهُوَ الْمَقْصُودُ اْلاَظْهَرُ مِنْ خَلْقِ هذَا الشَّجَرِ فَالْبَشَرُ ثَمَرٌ لِهذِهِ الْكَائِنَاتِ فَهُوَ الْمَطْلُوبُ اْلاَظْهَرُ لِخَالِقِ الْمَوْجُودَاتِ وَالْقَلْبُ كَالنَّوَاةِ فَهُوَ الْمِرْآةُ اْلاَنْوَرُ لِصَانِعِ الْكَائِنَاتِ مِنْ هذِهِ الْحِكْمَةِ صَارَ اْلاِنْسَانُ اْلاَصْغَرُ فِى هذِهِ الْمَخْلُوقَاتِ هُوَ الْمَدَارُ اْلاَظْهَرُ لِلنَّشْرِ وَالْمَحْشَرِ فِى هذِهِ الْمَوْجُودَاتِ وَالتَّخْرِيبِ وَالتَّبْدِيلِ لِهذِهِ الْكَائِنَاتِ
Bu arabî fıkranın mebdei şudur:
فَسُبْحَانَ مَنْ جَعَلَ حَدِيقَةَ اَرْضِهِ مَشْهَرَ صَنْعَتِهِ مَحْشَرَ حِكْمَتِهِ مَظْهَرَ قُدْرَتِهِ مَزْهَرَ رَحْمَتِهِ مَزْرَعَ جَنَّتِهِ مَمَرَّ الْمَخْلُوقَاتِ مَسِيلَ الْمَوْجُودَاتِ مَكِيلَ الْمَصْنُوعَاتِ فَمُزَيَّنُ الْحَيْوَانَاتِ مُنَقَّشُ الطُّيُورَاتِ مُثَمَّرُ الشَّجَرَاتِ مُزَهَّرُ النَّبَاتَاتِ مُعْجِزَاتُ عِلْمِهِ خَوَارِقُ صُنْعِهِ هَدَايَاءُ جُودِهِ بَشَائِرُ لُطْفِهِ تَبَسُّمُ اْلاَزْهَارِ مِنْ زِينَةِ اْلاَثْمَارِ تَسَجُّعُ اْلاَطْيَارِ فِى نَسْمَةِ اْلاَسْحَارِ تَهَزُّجُ اْلاَمْطَارِ عَلَى خُدُودِ اْلاَزْهَارِتَرَحُّمُ الْوَالِدَاتِ عَلَى اْلاَطْفَالِ الصِّغَارِ تَعَرُّفُ وَدُودٍ تَوَدُّدُ رَحْمَانٍ تَرَحُّمُ حَنَّانٍ تَحَنُّنُ مَنَّانٍ لِلْجِنِّ وَ اْلاِنْسَانِ وَ الرُّوحِ وَ الْحَيْوَانِ وَ الْمَلَكِ وَ الْجَانِّ

İşte bu arabî tefekkürün kısa bir meali şudur ki:
Bütün meyveler ve içindeki tohumcuklar; hikmet-i Rabbâniyenin birer mu'cizesi.. san'at-ı İlahiyenin birer hârikası.. rahmet-i İlahiyenin birer hediyesi.. vahdet-i İlahiyenin birer bürhân-ı maddîsi.. âhirette eltaf-ı İlahiyenin birer müjdecisi.. kudretinin ihâtasına ve ilminin şümûlüne birer şahid-i sadık oldukları gibi; şunlar, âlem-i kesretin aktarında ve şu ağaç gibi tekessür etmiş bir nevi âlemin etrafında vahdet âyineleridirler. Enzarı, kesretten vahdete çeviriyorlar. Lisan-ı hal ile herbirisi der: "Dal budak salmış şu koca ağacın içinde dağılma, boğulma, bütün o ağaç bizdedir. Onun kesreti, vahdetimizde dâhildir." Hattâ her meyvenin kalbi hükmünde olan herbir çekirdek dahi, vahdetin birer maddî âyine
(Orjinal Sayfa: 652)
si oldukları gibi; zikr-i kalbi-yi hafî ile koca ağacın zikr-i cehrî Sûretiyle çektiği ve okuduğu bütün Esmâyı zikreder, okur. Hem o meyveler, tohumlar; vahdetin âyineleri oldukları gibi, kaderin meşhud işaratı ve kudretin mücessem rumuzatıdır ki; kader onlar ile işaret eder ve kudret o kelimeler ile remzen der: "Nasılki şu ağacın kesretli dal ve budakları, birtek çekirdekten gelmiş ve şu ağacın san'atkârının icad ve tasvirde vahdetini gösteriyor. Sonra şu ağaç, dal ve budak salıp tekessür ve intişar ettikten sonra, bütün hakikatını bir meyvede toplar. Bütün mânâsını bir çekirdekte derceder. Onunla Hâlık-ı Zülcelâlinin halk ve tedbirindeki hikmetini gösterir."
Öyle de: Şu şecere-i kâinat, bir menba-ı vahdetten vücud alır, terbiye görür. Ve o kâinatın meyvesi olan insan, şu kesret-i mevcûdât içinde, vahdeti gösterdiği gibi; kalbi dahi, îmân gözüyle kesret içinde sırr-ı vahdeti görür.
Hem o meyveler ve tohumlar, hikmet-i Rabbâniyenin telvihatıdır. Hikmet onlarla ehl-i şuura şöyle ifade ediyor ve diyor ki: "Nasıl şu ağaca müteveccih küllî nazar, küllî tedbir, külliyetiyle ve umumiyetiyle birtek meyveye bakar. Çünki o meyve, o ağaca bir misâl-i Mûsaggardır. Hem o ağaçtan maksud, odur. Hem o küllî nazar ve umumî tedbir, bir meyvenin içinde herbir çekirdeğe dahi nazar eder. Çünki çekirdek, umum ağacın mânâsını, fihristesini taşıyor. Demek ağacın tedbirini gören zât, o tedbir ile alâkadar bütün Esmâsıyla, ağacın vücudundan maksud ve icadının gayesi olan herbir semereye müteveccihtir. Hem şu koca ağaç, o küçük meyveler için bâzan budanır, kesilir, tecdid için Bâzı cihetleri tahrib edilir. Daha güzel, bâki meyveler vermek için, aşılanır.
Öyle de: Şu şecere-i kâinatın semeresi olan beşer; kâinatın vücudundan ve icadından maksud odur ve icad-ı mevcûdâtın gayesi de odur. Ve o meyvenin çekirdeği olan insanın kalbi dahi, Sâni'-i Kâinat'ın en münevver ve en câmi' bir âyinesidir. İşte şu hikmettendir ki: Şu küçücük insan, neşir ve haşir gibi muazzam inkılablara medâr olmuş. Kâinatın tahrib ve tebdiline sebeb olur. Onun muhakemesi için dünya kapısı kapanıp, âhiret kapısı açılır.
Mâdem haşrin bahsi geldi. Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyân'ın haşrin
(Orjinal Sayfa: 653)
isbatına dair cezâlet-i Beyânını ve kuvvet-i ifadesini gösteren bir nükte-i hakikatını Beyân etmeğe münasebet geldi. Şöyle ki:
Şu tefekkür neticesi gösteriyor ki: Beşerin muhakemesi ve saadet-i ebediye kazanması için lüzum olsa bütün kâinat tahrib edilir ve tahrib ve tebdil edecek bir kudret görünüyor ve vardır. Fakat haşrin merâtibi var. Bir kısmına îmân farzdır. mârifeti lâzımdır. Diğer kısmı, terakkiyat-ı ruhiye ve fikriyenin derecatına göre görünür. Ve ilim ve mârifeti lâzım olur. Kur'an-ı Hakîm, en basit ve kolay olan mertebeyi kat'î ve kuvvetli isbat için en geniş ve en büyük bir daire-i haşri açacak bir kudreti gösteriyor. İşte umuma îmân lâzım olan haşrin mertebesi şudur ki: İnsanlar öldükten sonra, ruhları başka makamlara gider. Cesedleri çürüyor. Fakat insanın cesedinden, bir çekirdek, bir tohum hükmünde olacak "acb-üz zeneb" tâbir edilen küçük bir cüz'ü bâki kalıp Cenâb-ı Hak, onun üstünde cesed-i insanîyi haşirde halkeder, onun ruhunu ona gönderir. İşte bu mertebe o kadar kolaydır ki; her baharda milyonlarla misâli görülüyor. İşte bâzan şu mertebeyi isbat için âyât-ı Kur'aniye öyle bir daireyi gösteriyor ki: Bütün zerratı haşr ü neşredecek bir kudretin tasarrufatını gösterir. Bâzan da bütün mahlukatı fenaya gönderip, yeniden getirecek bir kudret ve hikmetin âsârını gösterir. Bazı, yıldızları dağıtıp, semâvatı parçalayabilir bir kudret ve hikmetin tasarrufatını ve âsârını gösterir. Bazı, bütün zîhayatı öldürecek, yeniden def'aten bir sayha ile diriltecek bir kudret ve hikmetin tasarrufatını ve tecelliyatını gösterir. Bazı, bütün rûy-i zeminde zîhayat olanları ayrı ayrı haşr ve neşredecek bir kudret ve hikmetin tecelliyatını gösterir. Bâzan, küre-i arzı bütün bütün dağıtacak, dağları uçuracak, düzeltip daha güzel bir Sûrete çevirecek bir kudret ve hikmetin âsârını gösterir. Demek, herkese îmânı ve mârifeti farz olan haşirden başka, çok mertebe-i haşirleri dahi o kudret ve hikmetle yapabilir. Hikmet-i Rabbâniye iktiza etmiş ise, elbette haşr ü neşr-i insanî ile beraber umum onları dahi yapacak veyahut Bâzı mühimlerini yapar.
BİR SUAL: Diyorsunuz ki: "Sen Sözler'de kıyas-ı temsili çok istimal ediyorsun. Halbuki Fenn-i Mantıkça kıyas-ı temsilî, yakîni ifade etmiyor. Mesâil-i yakîniyede bürhân-ı mantıkî lâzımdır. Kıyas-ı temsilî, Usûl-ü Fıkıh ülemâsınca zann-ı galib kâfi olan metâlibde istimal edilir. Hem de sen, temsilâtı Bâzı hikâyeler Sûretin
(Orjinal Sayfa: 654)
de zikrediyorsun. Hikâye hayalî olur, hakikî olmaz, vakıa muhalif olur?"
ELCEVAB: İlm-i Mantıkça çendan "Kıyas-ı temsilî, yakîn-i kat'î ifade etmiyor" denilmiş. Fakat kıyas-ı temsilînin bir nev'i var ki; mantıkın yakînî bürhânından çok kuvvetlidir ve mantıkın birinci şeklinin birinci darbından daha yakînîdir. O kısım da şudur ki: Bir temsil-i cüz'î vasıtasıyla bir hakikat-ı küllînin ucunu gösterip, hükmü o hakikata bina ediyor. O hakikatın kanununu, bir hususî maddede gösteriyor. Tâ o hakikat-ı uzma bilinsin ve cüz'î maddeler, ona irca' edilsin. Meselâ: "Güneş nuraniyet vasıtasıyla, birtek zât iken her parlak şeyin yanında bulunuyor." temsiliyle bir kanun-u hakikat gösteriliyor ki, nur ve nurani için kayıd olamaz. Uzak ve yakın bir olur. Az ve çok müsavi olur. Mekân onu zabtedemez.
Hem meselâ: "Ağacın meyveleri, yaprakları; bir anda, bir tarzda kolaylıkla ve mükemmel olarak birtek merkezde, bir kanun-u emrî ile teşkili ve tasviri" bir temsildir ki, muazzam bir hakikatın ve küllî bir kanunun ucunu gösterir. O hakikat ve o hakikatın kanununu gâyet kat'î bir Sûrette isbat eder ki, o koca kâinat dahi şu ağaç gibi o kanun-u hakikatın ve o sırr-ı ehadiyetin bir mazharıdır, bir meydan-ı cevelanıdır.
İşte bütün Sözlerdeki kıyasat-ı temsiliyeler bu çeşittirler ki, bürhân-ı kat'î-yi mantıkîden daha kuvvetli, daha yakînîdirler.
İKİNCİ SUALE CEVAB: Mâlûmdur ki: Fenn-i Belâgatta bir lafzın, bir kelâmın mânâ-yı hakikîsi, başka bir maksud mânâya sırf bir âlet-i mülahaza olsa, ona "lafz-ı kinaî" denilir. Ve "kinaî" tâbir edilen bir kelâmın mânâ-yı aslîsi, medâr-ı sıdk ve kizb değildir. Belki kinaî mânâsıdır ki, medâr-ı sıdk ve kizb olur. Eğer o kinaî mânâ doğru ise, o kelâm sadıktır. Mânâ-yı aslî, kâzib dahi olsa sıdkını bozmaz. Eğer mânâ-yı kinaî doğru değilse; mânâ-yı aslîsi doğru olsa, o kelâm kâzibdir. Meselâ: Kinaî misâllerinden: (Filânün tavîl-ün necad) denilir. Yâni: "Kılıncının kayışı, bendi uzundur." Şu kelâm, o adamın kametinin uzunluğuna kinayedir. Eğer o adam uzun ise, kılıncı ve kayışı ve bendi olmasa de, yine bu kelâm sadıktır, doğrudur. Eğer o adamın boyu uzun olmazsa; çendan uzun bir kılıncı ve uzun bir kayışı ve uzun bir bendi bulunsa, yine bu kelâm kâzibdir. Çünki mânâ-yı aslîsi, maksud değil.
(Orjinal Sayfa: 655)
İşte Onuncu Söz'ün ve Yirmiikinci Söz'ün hikâyeleri gibi, sâir Sözlerin hikâyeleri, kinaiyat kısmındandırlar ki, begâyet doğru ve gâyet sadık ve mutabık-ı vâki olan hikâyelerin sonlarındaki hakikatlar, o hikâyelerin mânâ-yı kinaiyeleridir. Mânâ-yı asliyeleri, bir temsil-i dürbünîdir. Nasıl olursa olsun, sıdkına ve hakkaniyetine zarar vermez. Hem o hikâyeler birer temsildirler. Yalnız umuma tefhim için lisan-ı hal, lisan-ı kal Sûretinde ve şahs-ı mânevî, bir şahs-ı maddî şeklinde gösterilmiştir.
ÜÇÜNCÜ MAKSAD
Umum ehl-i dalaletin vekili, İkinci Sualine (Haşiye) karşı, kat'î ve mukni' ve mülzim cevabı aldıktan sonra, şöyle üçüncü bir sual ediyor, diyor ki: Kur'anda: " اَحْسَنُالْخَالِقِينَ " " اَرْحَمُالرّاحِمِينَ " gibi kelimât, başka hâlıklar, râhimler bulunduğunu iş'ar eder. Hem diyorsunuz ki: "Hâlık-ı Âlem'in nihayetsiz Kemâlâtı var. Bütün enva'-ı Kemâlâtın en nihayet mertebelerini câmi'dir." Halbuki eşyanın Kemâlâtı, ezdad ile bilinir; elem olmazsa lezzet bir Kemâl olmaz, zulmet olmazsa ziya tahakkuk etmez, firak olmazsa visal lezzet vermez ve hakeza?
Elcevab: Birinci şıkka "beş işaret" ile cevab veririz:
BİRİNCİ İŞARET: Kur'an baştan başa tevhidi isbat ettiği ve gösterdiği için, bir delil-i kat'îdir ki; Kur'an-ı Hakîm'in o nevi kelimeleri sizin fehmettiğiniz gibi değildir. Belki اَحْسَنُالْخَالِقِينَ demesi, "Hâlıkıyet mertebelerinin en ahsenindedir" demektir ki, başka Hâlık bulunduğuna hiç delaleti yok. Belki Hâlıkıyetin sâir sıfatlar gibi çok merâtibi var. اَحْسَنُالْخَالِقِينَ demek, "Merâtib-i Hâlıkıyetin en güzel, en münteha mertebesinde bir Hâlık-ı Zülcelâl'dir" demektir.
İKİNCİ İŞARET: اَحْسَنُ الْخَالِقِينَ gibi tâbirler, Hâlıkların taaddüdüne bakmıyor. Belki mahlukıyetin enva’ına bakıyor. Yâni “herşeyi, herşeye lâyık bir tarzda, en güzel bir mertebede halkeder bir Hâlıktır.” Nasılki şu mânâyı اَحْسَنَ كُلَّ شَيْءٍ خَلَقَهُ gibi âyetler ifade eder.
___________________________
(Haşiye): İkinci Maksad'ın başındaki sual demektir. Yoksa, hâtimenin âhirindeki bu küçücük sual değildir.
(Orjinal Sayfa: 656)
ÜÇÜNCÜ İŞARET: " اَحْسَنُ الْخَالِقِينَ " " اَللّهُ اَكْبَرُ " " خَيْرُ الْفَاصِلِينَ " " خَيْرُ الْمُحْسِنِينَ " gibi tâbirattaki müvazene, Cenâb-ı Hakk'ın vakideki sıfât ve ef'ali, sâir o sıfât ve ef'alin nümunelerine mâlik olanlarla müvazene ve tafdil değildir. Çünki bütün kâinatta cin ve ins ve melekte olan Kemâlât, onun Kemâline nisbeten zaîf bir gölgedir; nasıl müvazeneye gelebilir? Belki müvazene, insanların ve bâhusus ehl-i gafletin nazarına göredir. Meselâ: Nasılki bir nefer, onbaşısına karşı Kemâl-i itaat ve hürmeti gösteriyor, bütün iyilikleri ondan görüyor; padişahı az düşünür. Onu düşünse de yine teşekküratını onbaşıya veriyor. İşte böyle bir nefere karşı denilir: "Yahu, padişah senin onbaşından daha büyüktür. Yalnız ona teşekkür et." Şimdi şu söz, vakideki padişahın haşmetli hakikî kumandanlığıyla, onbaşısının cüz'î, sûrî kumandanlığını müvazene değil; çünki o müvazene ve tafdil, mânâsızdır. Belki neferin nazar-ı ehemmiyet ve irtibatına göredir ki, onbaşısını tercih eder, teşekküratını ona verir, yalnız onu sever.
İşte bunun gibi, Hâlık ve Mün'im tevehhüm olunan zâhirî esbab, ehl-i gafletin nazarında Mün'im-i Hakikî'ye perde olur. Ehl-i gaflet onlara yapışır, nimet ve ihsanı, onlardan bilir. Medih ve senalarını, onlara verir. Kur'an der ki: "Cenâb-ı Hak daha büyüktür, daha güzel bir Hâlıktır, daha iyi bir Muhsindir. Ona bakınız, ona teşekkür ediniz."
DÖRDÜNCÜ İŞARET: Müvazene ve tafdil, vâki mevcûdlar içinde olduğu gibi; imkânî, hattâ farazî eşyalar içinde dahi olabilir. Nasılki ekser mahiyetlerde, müteaddid merâtib bulunur. Öyle de: Esmâ-i İlahiye ve sıfât-ı kudsiyenin mahiyetlerinde de, akıl itibariyle hadsiz merâtib bulunabilir. Halbuki Cenâb-ı Hak, o sıfât ve Esmânın mümkün ve mutasavver bütün merâtibinin en ekmelinde, en ahsenindedir. Bütün kâinat, Kemâlâtıyla bu hakikata şahiddir. "Lehül Esmâ-ül Hüsnâ" bütün Esmâsını ahseniyet ile tavsif, şu mânâyı ifade ediyor.
BEŞİNCİ İŞARET: Şu müvazene ve müfadale; Cenâb-ı Hakk'ın masivaya mukabil değil, belki iki nevi tecelliyat ve sıfâtı var.
Biri: Vâhidiyet sırrıyla ve vesait ve esbab perdesi altında ve bir kanun-u umumî Sûretinde tasarrufatıdır.
İkincisi: Ehadiyet sırrıyla; perdesiz, doğrudan doğruya, hususî bir teveccüh ile tasarruftur. İşte ehadiyet sırrıyla, doğrudan
(Orjinal Sayfa: 657)
doğruya olan ihsanı ve icadı ve kibriyâ sı ise; vesait ve esbabın mezahiriyle görünen âsâr-ı ihsanından ve icad ve kibriyâ sından daha büyük, daha güzel, daha yüksektir, demektir. Meselâ nasıl bir padişahın, -fakat veli bir padişahın- ki, umum memurları ve kumandanları sırf bir perde olup, bütün hüküm ve icraat onun elinde farzediyoruz. O padişahın tasarrufat ve icraatı iki çeşittir. Birisi: Umumî bir kanunla, zâhirî memurların ve kumandanların Sûretinde ve makamların kabiliyetine göre verdiği emirler ve gösterdiği icraatlardır. İkincisi: Umumî kanunla değil ve zâhirî memurları da perde yapmayarak, doğrudan doğruya ihsanat-ı şahanesi ve icraatı daha güzel, daha yüksek denilebilir. Öyle de: Sultan-ı Ezel ve Ebed olan Hâlık-ı Kâinat, çendan vesait ve esbabı icraatına perde yapmış, haşmet-i rubûbiyetini göstermiş. Fakat ibâdının kalbinde hususî bir telefon bırakmış ki, esbabı arkada bırakıp, doğrudan doğruya ona teveccüh etmek için, ubûdiyet-i hâssa ile mükellef edip اِيّاكَنَعْبُدُوَاِيّاكَنَسْتَعِينُ deyiniz diye, kâinattan yüzlerini kendine çevirir.
İşte " اَحْسَنُ الْخَالِقِينَ " " اَرْحَمُ الرّاحِمِينَ " " اَللّهُ اَكْبَرُ " meânîsi, şu mânâya da bakıyor.
Vekilin ikinci şık sualine "Beş Remiz" ile cevabdır:
BİRİNCİ REMİZ: Sualde diyor ki: "Bir şeyin zıddı olmazsa, o şeyin nasıl Kemâli olabilir?
ELCEVAB: Şu sual sahibi, hakikî Kemâli bilmiyor. Yalnız nisbî bir Kemâl zannediyor. Halbuki gayra bakan ve gayra nisbeten hasıl olan meziyetler, faziletler, tefevvuklar; hakikî değiller, nisbîdirler, zaîftirler. Eğer gayr, nazardan sâkıt olsalar; onlar da sukut ederler. Meselâ: Sıcaklığın nisbî lezzeti ve fazileti, soğuğun tesiri iledir. Yemeğin nisbî lezzeti, açlık eleminin tesiri iledir. Onlar gitse, bunlar da azalır. Halbuki hakikî lezzet ve muhabbet ve Kemâl ve fazilet odur ki; gayrın tasavvuruna bina edilmesin, zâtında bulunsun ve bizzât bir hakikat-ı mukarrere olsun. "Lezzet-i vücud ve lezzet-i hayat ve lezzet-i muhabbet ve lezzet-i mârifet ve lezzet-i îmân ve lezzet-i beka ve lezzet-i rahmet ve lezzet-i şefkat ve hüsn-ü nur ve hüsn-ü basar ve hüsn-ü kelâm ve hüsn-ü kerem ve hüsn-ü sîret ve hüsn-ü Sûret ve Kemâl-i zât ve Kemâl-i sıfât ve Kemâl-i ef'al" gibi bizzât meziyetler; gayr olsun olmasın, şu meziyetler tebeddül etmez.
(Orjinal Sayfa: 65
İşte Sâni'-i Zülcelâl ve Fâtır-ı Zülcemâl ve Hâlık-ı ZülKemâl'in bütün Kemâlâtı hakikiyedir, zâtiyedir; gayr ve masiva, ona tesir etmez. Yalnız mezahir olabilirler.
İKİNCİ REMİZ: Seyyid Şerif-i Cürcanî "Şerh-ül Mevakıf"ta demiş ki: "Sebeb-i muhabbet ya lezzet veya menfaat, ya müşakelet (yâni meyl-i cinsiyet), ya Kemâldir. Çünki Kemâl, mahbub-u lizâtihîdir." Yâni, ne şeyi seversen ya lezzet için seversin, ya menfaat için, ya evlâda meyil gibi bir müşakele-i cinsiye için, ya Kemâl olduğu için seversin. Eğer Kemâl ise, başka bir sebeb, bir garaz lâzım değil. O bizzât sevilir. Meselâ; eski zamanda sahib-i Kemâlât insanları herkes sever, onlara karşı hiçbir alâka olmadığı halde istihsankârane muhabbet edilir.
İşte Cenâb-ı Hakk'ın bütün Kemâlâtı ve Esmâ-i hüsnâsının bütün merâtibleri ve bütün faziletleri, hakikî Kemâlât olduklarından bizzât sevilirler. "Mahbubetün Lizâtihâ"dırlar. Mahbub-u Bilhak ve Habib-i Hakikî olan Zât-ı Zülcelâl, hakikî olan Kemâlâtını ve sıfât ve Esmâsının güzelliklerini kendine lâyık bir tarzda sever, muhabbet eder. Hem o Kemâlâtın mazharları, âyineleri olan san'atını ve masnuatını ve mahlukatının mehâsinini sever, muhabbet eder. Enbiyasını ve evliyasını, hususan Seyyid-ül Mürselîn ve Sultan-ül Evliya olan Habib-i Ekremini sever. Yâni kendi cemâlini sevmesiyle, o cemâlin âyinesi olan Habibini sever. Ve kendi Esmâsını sevmesiyle, o Esmânın mazhar-ı câmii ve zîşuuru olan o Habibini ve ihvanını sever. Ve san'atını sevmesiyle, o san'atın dellâl ve teşhircisi olan o Habibini ve emsalini sever. Ve masnuatını sevmesiyle, o masnuata karşı "Mâşâallah, Bârekâllah, ne kadar güzel yapılmışlar" diyen ve takdir eden ve istihsan eden o Habibini ve onun arkasında olanları sever. Ve mahlukatının mehâsinini sevmesiyle, o mehâsin-i ahlâkın umumunu câmi' olan o Habib-i Ekremini ve onun etba ve ihvanını sever, muhabbet eder.
ÜÇÜNCÜ REMİZ: Umum kâinattaki umum Kemâlât, bir Zât-ı Zülcelâl'in Kemâlinin âyâtıdır ve cemâlinin işaratıdır. Belki hakikî Kemâline nisbeten bütün kâinattaki hüsün ve Kemâl ve cemâl, zaîf bir gölgedir. Şu hakikatın beş hüccetine icmâlen işaret ederiz.
Birinci Hüccet: Nasılki mükemmel, muhteşem, münakkaş, müzeyyen bir saray; mükemmel bir ustalık, bir dülgerliğe bilbedâhe delâlet eder. Ve mükemmel fiil olan o dülgerlik, o nakkaşlık;
(Orjinal Sayfa: 659)
bizzarure mükemmel bir fâile, bir ustaya, bir mühendise ve "nakkaş ve Mûsavvir" gibi ünvan ve isimleriyle beraber delâlet eder. Ve mükemmel o isimler dahi, şübhesiz o ustanın mükemmel, san'atkârane sıfatına delâlet eder. Ve o Kemâl-i san'at ve sıfat, bilbedâhe o ustanın Kemâl-i istidadına ve kabiliyetine delâlet eder. Ve o Kemâl-i istidad ve kabiliyet, bizzarure o ustanın Kemâl-i zâtına ve ulviyet-i mahiyetine delâlet eder.
Aynen öyle de: Şu saray-ı âlem, şu mükemmel, müzeyyen eser; bilbedâhe gâyet Kemâldeki ef'ale delâlet eder. Çünki eserdeki Kemâlât, o ef'alin Kemâlâtından ileri gelir ve onu gösterir. Kemâl-i ef'al ise, bizzarure bir fâil-i mükemmele ve o fâilin Kemâl-i Esmâsına, yâni âsâra nisbeten müdebbir, Mûsavvir, hakîm, rahîm, müzeyyin gibi isimlerin Kemâline delâlet eder. İsimlerin ve ünvanların Kemâli ise, şeksiz şübhesiz o fâilin Kemâl-i evsafına delâlet eder. Zira sıfat mükemmel olmazsa, sıfattan neş'et eden isimler, ünvanlar mükemmel olamaz. Ve o evsafın Kemâli, bilbedâhe şuunat-ı zâtiyenin Kemâline delâlet eder. Çünki sıfâtın mebde'leri, o şuun-u zâtiyedir. Ve şuun-u zâtiyenin Kemâli ise; biilmelyakîn zât-ı zîşuunun Kemâline ve öyle lâyık bir Kemâline delâlet eder ki; o Kemâlin ziyası, şuun ve sıfât ve Esmâ ve ef'al ve âsâr perdelerinden geçtiği halde, şu kâinatta yine bu kadar hüsnü ve cemâli ve Kemâli göstermiş.
İşte şu derece hakikî Kemâlât-ı zâtiyenin bürhân-ı kat'î ile vücudu sâbit olduktan sonra, gayra bakan ve emsal ve ezdada tefevvuk cihetiyle olan nisbî Kemâlâtın ne ehemmiyeti kalır, ne derece sönük düşer, anlarsın...
İkinci Hüccet: Şu kâinata nazar-ı ibretle bakıldığı vakit, vicdan ve kalb bir hads-i sadıkla hisseder ki: Şu kâinatı bu derece güzelleştiren ve süslendiren ve enva'-ı mehâsin ile tezyin edenin, nihayet derecede bir cemâl ve Kemâlâtı vardır ki, şöyle yapıyor.
Üçüncü Hüccet: Mâlûmdur ki; mevzun ve muntâzam ve mükemmel ve güzel san'atlar, gâyet güzel bir proğrama istinad eder. Mükemmel ve güzel bir proğram ise, mükemmel ve güzel bir ilme ve güzel bir zihne ve güzel bir kabiliyet-i ruhiyeye delâlet eder. Demek ruhun mânevî güzelliğidir ki; ilim vasıtasıyla san'atında tezahür ediyor.
(Orjinal Sayfa: 660)
İşte şu kâinat, hadsiz mehâsin-i maddiyesiyle, bir mânevî ve ilmî mehâsinin tereşşuhatıdır. Ve o ilmî ve mânevî mehâsin ve Kemâlât, elbette hadsiz bir sermedî hüsün ve cemâlin ve Kemâlin cilveleridir.
Dördüncü Hüccet: Mâlûmdur ki; ziyayı verenin ziyadar olması lâzım, tenvir edenin nuranî olması gerek, ihsan gınadan gelir, lütuf lâtiften zuhur eder. Mâdem öyledir; kâinata bu kadar hüsün ve cemâl vermek ve mevcûdâta muhtelif Kemâlât vermek; ışık, güneşi gösterdiği gibi, bir cemâl-i sermedîyi gösterirler.
Mâdem mevcûdât, zeminin yüzünde büyük bir nehir gibi Kemâlâtın lem'alarıyla parlar geçer. O nehir, güneşin cilveleriyle parladığı gibi, şu seyl-i mevcûdât dahi, hüsün ve cemâl ve Kemâlin lem'alarıyla muvakkaten parlar gider. Arkalarından gelenler aynı parlamayı, aynı lem'aları gösterdiklerinden anlaşılıyor ki: Cereyan eden suyun kabarcıklarındaki cilveler, güzellikler, nasıl kendilerinden değil; belki bir güneşin ziyasının güzellikleri, cilveleridir. Öyle de: Şu seyl-i kâinattaki muvakkat parlayan mehâsin ve Kemâlât, bir Şems-i Sermedî'nin lemaât-ı cemâl-i Esmâsıdır.
نَعَمْ تَفَانِى الْمِرْآتِ زَوَالُ الْمَوْجُودَاتِ مَعَ تَجَلِّى الدَّائِمِ مَعَ الْفَيْضِ الْمُلاَزِمِ مِنْ اَظْهَرِ الظَّوَاهِرِ اَنَّ الْجَمَالَ الظَّاهِرَ لَيْسَ مُلْكَ الْمَظَاهِرِ مِنْ اَفْصَحِ تِبْيَانٍ مِنْ اَوْضَحِ بُرْهَانٍ لِلْجَمَالِ الْمُجَرَّدِ ِلْلاِحْسَانِ الْمُجَدَّدِ لِلْوَاجِبِ الْوُجُودِ لِلْبَاقِى الْوَدُودِ
Beşinci Hüccet: Mâlûmdur ki; üç dört muhtelif yoldan gelenler, aynı bir hâdiseyi söyleseler, yakîni ifade eden tevatür derecesinde o hâdisenin kat'î vukuuna delâlet eder.
İşte meşrebce ve meslekçe ve istidadca ve asırca gâyet muhtelif ayrı ayrı bütün muhakkikînin muhtelif tabakatından ve evliyanın muhtelif turuklarından ve asfiyanın muhtelif mesleklerinden ve Hükemâ-yı hakikiyenin muhtelif mezheblerinden olan bütün ehl-i keşif ve zevk ve şuhud ve müşahede, keşif ve zevk ve şuhud ile ittifak etmişler ki: Kâinat mezahirinde ve mevcûdât âyinelerinde görülen mehâsin ve Kemâlât, bir tek Zât-ı Vâcib-ül Vücud'un tecelliyat-ı Kemâlidir ve cilve-i cemâl-i Esmâsıdır.
(Orjinal Sayfa: 661)
İşte bunların icmâı, sarsılmaz bir hüccet-i katıadır.
Tahmin ederim ki: Şu remizde ehl-i dalaletin vekili, işitmemek için kulağını kapayıp kaçmağa mecburdur. Zâten zulmetli kafaları, huffaş misillü, bu nurları görmeğe tahammül edemezler. Öyle ise bundan sonra onları, pek de nazara almayacağız.
DÖRDÜNCÜ REMİZ: Bir şeyin lezzeti, hüsnü, cemâli, emsal ve ezdadına bakmaktan ziyade, mazharlarına bakarlar. Meselâ: Kerem, güzel ve hoş bir sıfattır. Kerim olan zât, başka mükrimlere tefevvuk cihetiyle aldığı lezzet-i nisbiyeden bin defa daha hoş bir lezzeti, ikram ettiği adamların telezzüzleriyle, ferahlarıyla alır. Hem bir şefkat ve merhamet sahibi, şefkat ettiği mahlukların istirahatleri derecesinde hakikî bir lezzet alır. Meselâ: Bir validenin evlâdının mes'udiyetlerinden ve istirahatlerinden, şefkat vasıtasıyla aldığı lezzet, o derece kuvvetlidir ki; onların rahatı için ruhunu fedâ eder derecesine getirir. Hattâ o şefkatin lezzeti, tavuğu civcivlerini himaye etmek için arslana saldırtır.
İşte mâdem evsaf-ı âliyedeki hakikî lezzet ve hüsün ve saadet ve Kemâl, akran ve ezdada bakmıyor. Belki mezahir ve müteallikatına bakıyor. Elbette Hayy-ı Kayyum ve Hannan-ı Mennan ve Rahîm ve Rahman olan Zât-ı Zülcemâl ve-l Kemâl'in rahmetindeki cemâl ise, merhumlara bakar. Merhametine mazhar olanların, hususan cennet-i bâkiyede nihayetsiz enva'-ı rahmet ve şefkatine mazhar olanların derece-i saadetlerine ve tena'umlarına ve ferahlarına göre o Zât-ı Rahmanurrahîm, ona lâyık bir tarzda bir muhabbet, bir sevmek gibi (ona lâyık şuunatla tâbir edilen) ulvî, kudsî, güzel, münezzeh mânâları vardır. "Lezzet-i kudsiye, aşk-ı mukaddes, ferah-ı münezzeh, mesruriyet-i kudsiye" tâbir edilen, izn-i şer'î olmadığından yâd edemediğimiz gâyet münezzeh, mukaddes şuunatı vardır ki; herbiri kâinatta gördüğümüz ve mevcûdât mabeyninde hissettiğimiz aşk ve ferah ve mesruriyetten nihayetsiz derecelerde daha yüksek, daha ulvî, daha mukaddes, daha münezzeh olduğunu çok yerlerde isbat etmişiz. O mânâların birer lem'asına bakmak istersen, gelecek temsilâtın dürbünü ile bak:
Meselâ: Nasılki sehavetli, âlîcenab, müşfik bir zât, güzel bir ziyafeti, gâyet fakir ve aç ve muhtaç olanlara vermek için, seyahat eden güzel bir gemisine serer. Kendi de üstünde seyreder. O fukaranın minnetdarane tena'umları ve o aç olanların müteşekki
(Orjinal Sayfa: 662)
rane telezzüzleri ve o muhtaç olanların senakârane memnuniyetleri; ne derece o kerim zâtı mesrur ve müferrah eder, ne kadar onun hoşuna gider, anlarsın.
İşte küçücük bir sofranın hakikî mâliki olmayan ve bir tevziat memuru hükmünde olan bir insanın mesruriyeti böyle ise; cin ve insi ve hayvanatı, fezâ-yı âlem denizinde seyr ve seyahat ettiren ve bir sefine-i Rabbâniye olan koca zeminin üstüne bindirip, yüzünde hadsiz enva'-ı mat'umatı câmi' bir sofrayı serip, bütün zîhayatı küçük bir kahvâltı nev'inde o ziyafete davet etmekle beraber, gâyet mükemmel ve bütün enva'-ı lezaizi câmi', sermedî, ebedî bir dâr-ı bekada cennetleri, herbirisini birer sofra-i nimet ederek hadsiz lezaizi ve letâifi câmi' bir tarzda, nihayetsiz bir zamanda, nihayetsiz muhtaç, nihayetsiz müştak, nihayetsiz ibâdına, hakikî yemek için ziyafet açan bir Rahman-ı Rahîm'e ait ve tâbirinde âciz olduğumuz meâni-i mukaddese-i muhabbeti ve netâic-i rahmeti kıyas edebilirsin.
Hem meselâ: Mâhir bir san'atperver meharetini göstermeyi sever bir usta; güzel, plâksız konuşan fonoğraf gibi bir san'atı icad ettikten sonra, onu kurup tecrübe ediyor, gösteriyor. O san'atkârın düşündüğü ve istediği neticeleri en mükemmel bir tarzda gösterse; onun mucidi ne kadar iftihar eder, ne kadar memnun olur, ne derece hoşuna gider. Kendi kendine "Bârekâllah" der.
İşte küçücük bir insan, icadsız, sırf sûrî bir san'atçığı ile, bir fonoğrafın güzel işlemesiyle böyle memnun olsa; acaba bir Sâni'-i Zülcelâl, koca kâinatı, bir musikî, bir fonoğraf hükmünde icad ettiği gibi, zemini ve zemin içindeki bütün zîhayatı ve bilhassa zîhayat içinde insanın başını öyle bir fonoğraf-ı Rabbanî ve bir musika-i İlahî tarzında yapmış ki; hikmet-i beşer, o san'at karşısında hayretinden parmağını ısırıyor.
İşte bütün o masnuat, bütün onlardan matlub neticeleri, nihayet derecede ve gâyet güzel bir Sûrette gösterdiklerinden ve ibâdat-ı mahsusa ve tesbihat-ı hususiye ve tahiyyat-ı muayyene ile tâbir edilen evâmir-i tekviniyeye karşı onların itaatları ve onlardan matlub olan makasıd-ı Rabbâniyenin husulünden hasıl olan ve iftihar ve memnuniyet ve ferahla tâbir edemediğimiz maânî-i mukaddese ve şuun-u münezzeh, o derece âlî ve mukaddestir ki; bütün ukûl-ü beşer ittihad edip bir akıl olsa, yine onların künhüne yetişemez ve ihâta edemez.
(Orjinal Sayfa: 663)
Hem meselâ adâlet perver, ihkak-ı hakkı sever ve ondan zevk alır bir hâkim, mazlumların haklarını vermekten ve mazlumların teşekkürlerinden, zalimleri tecziye etmekle mazlumların intikamlarını almaktan nasıl memnun olur, bir zevk alır. İşte Hakîm-i Mutlak ve Âdil-i Bilhak ve Kahhar-ı Zülcelâl, değil yalnız cin ve inste, belki bütün mevcûdâtta ihkak-ı haktan, yâni herşeye hakk-ı vücudu ve hakk-ı hayatı vermekten ve vücud ve hayatını mütecavizlerden muhafaza etmekten ve dehşetli mevcûdları tecavüzlerden tevkif ve durdurmaktan, hususan mahşerde ve dâr-ı âhirette cin ve insin muhakemesinden başka bütün zîhayata karşı tecelli-i kübrâ-yı adl ve hikmetten gelen maânî-i mukaddeseyi kıyas edebilirsin.
İşte şu üç misâl gibi, binbir Esmâ-i İlahiyenin herbirinde pek çok tabakat-ı hüsün ve cemâl ve fazl ve Kemâl bulunduğu gibi, pek çok merâtib-i muhabbet ve iftihar ve izzet ve kibriyâ vardır. İşte bundandır ki: "Vedud" ismine mazhar olan muhakkikîn-i evliya; "Bütün kâinatın mayesi, muhabbettir. Bütün mevcûdâtın harekâtı, muhabbetledir. Bütün mevcûdâttaki incizab ve cezbe ve cazibe kanunları, muhabbettendir." demişler. Onlardan birisi demiş:
فَلَكْ مَسْتْ مَلَكْ مَسْتْ نُجُومْ مَسْتْ سَموَاتْ مَسْتْ شَمْسْ مَسْتْ قَمَرْ مَسْتْ زَمِينْ مَسْتْ عَنَاصِرْ مَسْتْ نَبَاتْ مَسْتْ شَجَرْ مَسْتْ بَشَرْ مَسْتْ سَرَاسَرْ ذِى حَيَاتْ مَسْتْ هَمَه زَرَّاتِ مَوْجُودَاتْ بَرَابَرْ مَسْتْ دَرْمَسْتَسْتْ
Yâni: Muhabbet-i İlahiyenin tecellisinde ve o şarab-ı muhabbetten herkes istidadına göre mesttir. Mâlûmdur ki: Her kalb, kendine ihsan edeni sever ve hakikî Kemâle muhabbet eder ve ulvî cemâle meftun olur. Kendiyle beraber sevdiği ve şefkat ettiği zâtlara dahi ihsan edeni daha pek çok sever. Acaba, -sâbıkan Beyân ettiğimiz gibi- herbir isminde binler ihsan defineleri bulunan ve bütün sevdiklerimizi ihsanatıyla mes'ud eden ve binler Kemâlâtın menbaı olan ve binler tabakat-ı cemâlin medârı olan binbir Esmâsının müsemması olan Cemil-i Zülcelâl, Mahbub-u ZülKemâl, ne derece aşk ve muhabbete lâyık olduğu ve bütün kâinat...

Cevapla:

Nickin:

 Metin rengi:

 Metin büyüklüğü:
Tag leri kapat



Bütün konular: 366
Bütün postalar: 376
Bütün kullanıcılar: 13
Şu anda Online olan (kayıtlı) kullanıcılar: Hiçkimse crying smiley
 
 
  Bugün Sitemize 33799 ziyaretçi (90875 klik) Burdaydı! 2008 © Copyright ßy KaRaKuLe~DeVReM ® Tüm HakLar sakLıdır.  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol