islamsevdasi
  Forum
 
=> Daha kayıt olmadın mı?

Sitemize Üye OLduğunuz İçin Teşekür Ederiz.Üye OLmak için Daha kayıt olmadın mı? TıKlayınız!!!

Forum - Otuzikinci söz sözler 32. söz -C-

Burdasın:
Forum => Risale-i Nur => Otuzikinci söz sözler 32. söz -C-

<-Geri

 1 

Devam->


Haci
(şimdiye kadar 230 posta)
15.07.2008 08:28[alıntı yap]
(Orijinal Sayfa: 664)
onun muhabbetiyle mest ve sergerdan olmasının şâyeste bulunduğu anlaşılmaz mı?
İşte şu sırdandır ki; "Vedud" ismine mazhar bir kısım evliya, "Cennet'i istemiyoruz. Bir lem'a-i muhabbet-i İlahiye, ebeden bize kâfidir" demişler.
Hem ondandır ki; hadîste geldiği gibi: "Cennet'te bir dakika rü'yet-i cemâl-i İlahî, bütün Cennet lezaizine faiktir."
İşte şu nihayetsiz Kemâlât-ı muhabbet, vâhidiyet ve ehadiyet dairesinde Zât-ı Zülcelâl'in kendi Esmâ ve mahlukatıyla hasıl olur. Demek o daire haricinde tevehhüm olunan Kemâlât, Kemâlât değildir.
BEŞİNCİ REMİZ: Beş noktadır:
Birinci Nokta: Ehl-i dalaletin vekili der ki: "Ehadîsinizde dünya tel'in edilmiş, "cîfe" ismiyle yâdedilmiş. Hem bütün ehl-i velâyet ve ehl-i hakikat, dünyayı tahkir ediyorlar. "Fenadır, pistir" diyorlar. Halbuki sen, bütün Kemâlât-ı İlahiyeye medâr ve hüccet, onu gösteriyorsun ve âşıkane ondan bahsediyorsun?
ELCEVAB: Dünyanın üç yüzü var:
Birinci yüzü: Cenâb-ı Hakk'ın Esmâsına bakar. Onların nukuşunu gösterir. Mânâ-yı harfiyle, onlara âyinedârlık eder. Dünyanın şu yüzü, hadsiz mektûbât-ı Samedâniyedir. Bu yüzü gâyet güzeldir. Nefrete değil, aşka lâyıktır.
İkinci yüzü: Âhirete bakar. Âhiretin tarlasıdır, Cennet'in mezraasıdır, rahmetin mezheresidir. Şu yüzü dahi, evvelki yüzü gibi güzeldir. Tahkire değil, muhabbete lâyıktır.
Üçüncü yüzü: İnsanın hevesâtına bakan ve gaflet perdesi olan ve ehl-i dünyanın mel'abe-i hevesâtı olan yüzdür. Şu yüz çirkindir. Çünki fânidir, zâildir, elemlidir, aldatır. İşte hadîste varid olan tahkir ve ehl-i hakikatın ettiği nefret, bu yüzdedir.
Kur'an-ı Hakîm'in kâinattan ve mevcûdâttan ehemmiyetkârane, istihsankârane bahsi ise; evvelki iki yüze bakar. Sahabelerin ve sâir ehlullahın mergub dünyaları, evvelki iki yüzdedir.
(Orjinal Sayfa: 665)
Şimdi, dünyayı tahkir edenler dört sınıftır:
Birincisi: Ehl-i mârifettir ki, Cenâb-ı Hakk'ın mârifetine ve muhabbet ve ibâdetine sed çektiği için tahkir eder.
İkincisi: Ehl-i âhirettir ki; ya dünyanın zarurî işleri onları amel-i uhrevîden men'ettiği için veyahut şuhud derecesinde îmân ile Cennet'in Kemâlât ve mehâsinine nisbeten dünyayı çirkin görür. Evet Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm'a güzel bir adam nisbet edilse, yine çirkin göründüğü gibi; dünyanın ne kadar kıymetdar mehâsini varsa, Cennet'in mehâsinine nisbet edilse, hiç hükmündedir.
Üçüncüsü: Dünyayı tahkir eder. Çünki eline geçmez. Şu tahkir, dünyanın nefretinden gelmiyor; muhabbetinden ileri geliyor.
Dördüncüsü: Dünyayı tahkir eder. Zira dünya, eline geçiyor. Fakat durmuyor, gidiyor. O da kızıyor. Teselli bulmak için tahkir eder. "Pistir" der. Şu tahkir ise; o da, dünyanın muhabbetinden ileri geliyor. Halbuki makbul tahkir odur ki, hubb-u âhiretten ve mârifetullahın muhabbetinden ileri gelir.
Demek makbul tahkir, evvelki iki kısımdır. Cenâb-ı Hak, bizi onlardan yapsın. Âmîn bi-hürmeti Seyyid-il Mürselîn.
* * *
(Orjinal Sayfa: 666)
ÜÇÜNCÜ MEVKIF
بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ
وَ اِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
Şu üçüncü mevkıf iki noktadır. O da iki mebhastır.
BİRİNCİ MEBHAS
وَ اِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ sırrınca: Herşeyden Cenâb-ı Hakk'a karşı pencereler hükmünde çok vecihler var. Bütün mevcûdâtın hakaikı, bütün kâinatın hakikatı; Esmâ-i İlahiyeye istinad eder. Herbir şeyin hakikatı, bir isme veyahut çok Esmâya istinad eder. Eşyadaki sıfatlar, san'atlar dahi, herbiri birer isme dayanıyor. Hattâ hakikî fenn-i hikmet, "Hakîm" ismine ve hakikatlı fenn-i tıp "Şâfi" ismine ve fenn-i hendese "Mukaddir" ismine ve hâkezâ herbir fen, bir isme dayandığı ve onda nihayet bulduğu gibi, bütün fünun ve Kemâlât-ı beşeriye ve tabakat-ı kümmelîn-i insâniyenin hakikatları, Esmâ-i İlahiyeye istinad eder. Hattâ muhakkikîn-i evliyanın bir kısmı demişler: "Hakikî hakaik-i eşya, Esmâ-i İlahiyedir. Mahiyet-i eşya ise, o hakaikın gölgeleridir." Hattâ birtek zîhayat şeyde, yalnız zâhir olarak yirmi kadar Esmâ-i İlahiyenin cilve-i nakşı görünebilir. Şu ince ve dakik ve pek büyük ve geniş hakikatı, bir temsil ile fehme takribe çalışacağız. İki üç ayrı ayrı elek ile elemek Sûretinde tahlil edeceğiz. Ne kadar uzun Beyân etsek yine kısadır. Usanmamak gerek. Şöyle:
Nasılki gâyet mâhir bir tasvirci ve heykeltraş bir zât, gâyet güzel bir çiçekle ve insan cins-i lâtifinden gâyet güzel bir hasna'nın
(Orjinal Sayfa: 667)
Sûret ve heykelini yapmak istese; evvelâ, o iki şeyin umumî şekillerini Bâzı hatlarla tâyin eder. Şu tayini, bir tanzim iledir, bir takdir ile yapıyor. Hendeseye istinaden hudud tâyin ediyor. Şu tanzim ve takdir, bir hikmet ve ilim ile yapıldığını gösteriyor ki, tanzim ve tahdid fiilleri, ilim ve hikmet pergeliyle dönüyor. Öyle ise, tanzim ve tahdid arkasında, ilim ve hikmet mânâları hükmediyor. Öyle ise, ilim ve hikmet pergeli, kendini gösterecek. İşte kendini gösterdi ki, o hududlar içinde, göz, kulak, burun, yaprak ve incecik püskülcükler gibi şeylerin tasvirine başladı. Şimdi görüyoruz ki: İçindeki pergelin harekâtıyla tâyin edilen a'zalar, san'atkârane ve inâyetkârane düşüyor. Öyle ise o ilim ve hikmet pergelini çeviren, arkada sun' ve inâyet mânâları var, hükmediyorlar ve kendilerini gösterecekler. İşte ondandır ki; bir hüsün ve zînete kabiliyet gösteriyor. Öyle ise; sun' ve inâyeti çalıştıran, irade-i tahsin ve kasd-ı tezyindir. Öyle ise onlar hükmediyorlar ki; tezyine, tenvire başladı. Bir tebessüm vaziyetini gösterdi ve hayatdarlık heyetini verdi. Elbette şu tahsin ve tenvir mânâsını çalıştıran, lütuf ve kerem mânâsıdır. Evet o iki mânâ, onda o derece hükmeder ki; âdeta o çiçek bir lütf-u mücessem, o heykel bir kerem-i mütecessiddir. Şimdi bu mânâ-yı kerem ve lütfu çalıştıran ve tahrik eden, "teveddüd ve taarrüf" mânâlarıdır. Yâni: Kendini, hüneri ile tanıttırmak ve halka kendini sevdirmek mânâları arkada hükmediyor. Bu tanıttırmak ve sevdirmek, elbette meyl-i merhamet ve irade-i nimetten geliyor. Mâdem rahmet ve irade-i nimet, arkada hükmediyor. Öyle ise o heykeli, nimetin enva'ıyla dolduracak, tezyin edecek, o çiçeğin Sûretini de bir hediyeye takacak. İşte o heykelin ellerini, kucağını ve ceplerini kıymetdar nimetler ile doldurdu ve o çiçek Sûretini de bir mücevherata taktı. Demek bu rahmet ve irade-i nimeti çalıştıran, terahhum ve tahannündür. Yâni "acımak ve şefkat etmek" mânâsı, rahmet ve nimeti tahrik ediyor. Ve o müstağni ve hiç kimseye ihtiyacı olmayan zâtta olan terahhum ve tahannün mânâsını tahrik eden ve izhara sevkeden, elbette o zâttaki mânevî cemâl ve Kemâldir ki, tezahür etmek isterler. Ve o cemâlin en şirin cüz'ü olan muhabbet ve en tatlı kısmı olan rahmet ise, san'at âyinesiyle görünmek ve müştakların gözleriyle kendilerini görmek isterler. Yâni cemâl ve Kemâl, (çünki bizzât sevilirler) her şeyden ziyade kendi kendini severler. Hem hüsündür, hem aşktırlar. Hüsün ve aşkın ittihadı bu noktadandır. Cemâl mâdem kendini sever, kendini âyinelerde görmek ister. İşte
(Orjinal Sayfa: 66
heykele konulan ve Sûrete takılan sevimli nimetler, güzel meyveler, o cemâl-i mânevînin -kendi kabiliyetlerine göre- birer lem'asını taşıyorlar. O lem'aları hem cemâl sahibine, hem başkasına gösteriyorlar.
Aynen öyle de: Sâni'-i Hakîm, cenneti ve dünyayı, semâvatı ve zemini, nebâtat ve hayvanatı, cin ve insi, melek ve ruhaniyatı, küllî ve cüz'î bütün eşyayı; cilve-i Esmâsıyla eşkalini tahdid ediyor, tanzim ediyor, birer miktar-ı muayyene veriyor. Onun ile bunlara "Mukaddir, Munazzım, Mûsavvir" isimlerini okutturuyor. Öyle bir tarzda şekl-i umumîsinin hududunu tâyin eder ki, "Alîm, Hakîm" ismini gösterir. Sonra ilim ve hikmet cedveliyle, o hudud içinde, o şeyin tasvirine başlar. Öyle bir tarzda ki, sun' ve inâyet mânâlarını ve "Sâni' ve Kerim" isimlerini gösteriyor. Sonra san'atın yed-i beyzasıyla, inâyetin fırçasıyla o Sûretin, -eğer birtek insan ve birtek çiçek ise- göz, kulak, yaprak, püskül gibi a'zalarına bir hüsün, bir zînet renkleri veriyor. Eğer zemin ise; maadin, nebâtat ve hayvanatına bir hüsün ve zînet renkleri veriyor. Eğer Cennet ise; bağlarına, kasırlarına, hurilerine bir hüsün ve zînet renkleri veriyor ve hâkezâ... Başkalarını kıyas et.
Hem öyle bir tarzda tezyin ve tenvir eder ki: Lütuf ve Kerem mânâları, onda o derece hükmediyor ki; âdeta o mevcûd-u müzeyyen, o masnu-u münevver; bir lütf-u mücessem, bir kerem-i mütecessid hükmüne geçer. "Lâtif ve Kerim" ismini zikreder. Sonra o lütuf ve keremi şu cilveye sevkeden, elbette teveddüd ve taarrüftür, yâni kendini zîhayata sevdirmek ve zîşuura bildirmek şe'nleridir ki, "Lâtif, Kerim" isimlerinin arkalarında "Vedud ve Maruf" isimlerini okutuyor ve masnuun lisan-ı halinden işitiliyor. Sonra o müzeyyen mevcûdu, o güzel mahluku, leziz meyveler, sevimli neticelerle süslendirip, zînetten nimete, lütuftan rahmete çevirir. "Mün'im ve Rahîm" ismini okutturur ve zâhirî perdeler arkasında, o iki ismin cilvesini gösterir. Sonra bu Rahîm ve Kerim'i, (Müstağni-i Ale-l ıtlak olan Zât'ta) bu cilveye sevkeden, elbette bir terahhum, tahannün şe'nleridir ki; ism-i "Hannan ve Rahman"ı okutturuyor ve gösteriyor. Şu terahhum, tahannün mânâlarını cilveye sevkeden, elbette bir cemâl ve Kemâl-i zâtîdir ki, tezahür etmek ister. "Cemil" ismini ve Cemil isminde münderiç olan "Vedud ve Rahîm" isimlerini okutturuyor. Çünki cemâl, bizzât sevilir. Zîcemâl ve cemâl, kendi kendini sever. Hem hüsündür, hem muhab-
(Orjinal Sayfa: 669)
bettir. Kemâl dahi, bizzât mahbubdur, sebebsiz olarak sevilir. Hem muhibdir, hem mahbubdur. Mâdem nihayetsiz derece-i Kemâlde bir cemâl ve nihayetsiz derece-i cemâlde bir Kemâl; nihayet derecede sevilir, muhabbete ve aşka lâyıktır. Elbette âyinelerde ve âyinelerin kabiliyetlerine göre lemaâtını ve cilvelerini görmek ve göstermekle tezahür etmek ister. Demek Sâni'-i Zülcelâl'in ve Hakîm-i Zülcemâl'in ve Kadîr-i ZülKemâl'in zâtındaki cemâl-i zâtî ve Kemâlât-ı zâtiyesi, terahhum ve tahannün ister ve "Rahman ve Hannan" isimlerini tecelliye sevkeder. Terahhum ve tahannün ise, rahmet ve nimeti göstermekle "Rahîm ve Mün'im" isimlerini cilveye sevkeder. Rahmet ve nimet ise; teveddüd, taarrüf şe'nlerini iktiza edip "Vedud ve Maruf" isimlerini tecelliye sevkeder. Masnuun bir perdesinde onları gösterir, teveddüd ve taarrüf ise; lütuf ve kerem mânâlarını tahrik eder. "Lâtif ve Kerim" isimlerini masnuun Bâzı perdelerinde okutturuyor. Lütuf ve kerem şe'nleri ise, tezyin ve tenvir fiillerini tahrik eder. "Müzeyyin ve Münevvir" isimlerini masnuun hüsün ve nuraniyeti lisanıyla okutturur. Ve o tezyin ve tahsin şe'nleri ise, sun' ve inâyet mânâlarını iktiza eder. Ve "Sâni' ve Muhsin" isimlerini, o masnuun güzel sîmasıyla okutturur. Ve o sun' ve inâyet ise, bir ilim ve hikmeti iktiza eder. Ve İsm-i "Alîm ve Hakîm"i, o masnuun intizâmlı, hikmetli a'zasıyla okutturur. O ilim ve hikmet ise tanzim, tasvir, teşkil fiillerini iktiza ediyor. "Mûsavvir ve Mukaddir" isimlerini masnuun heyetiyle, şekliyle okutturur, gösterir.
İşte Sâni'-i Zülcelâl, bütün masnuatını öyle bir tarzda yapmış ki; ekserisi, hususan zîhayat kısmı, çok Esmâ-i İlahiyeyi okutturur. Güya herbir masnuuna ayrı ayrı, birbiri üstünde yirmi gömlek giydirmiş, yirmi perdeye sarmış. Her gömlekte, her perdede ayrı ayrı Esmâsını yazmış. Meselâ: Temsilde gösterildiği gibi, tek güzel bir çiçekle, insanın kısm-ı sânisinden bir ferd-i hasnanın yalnız zâhirî hilkatlerinde, çok sahifeler vardır. Başka büyük ve küllî masnuatı, o iki cüz'î misâle kıyas et.
Birinci sahife: Umumî şekil ve mikdarını gösteren heyettir ki: "Ya Mûsavvir, ya Mukaddir, ya Munazzım" isimlerini yâdeder.
İkinci sahife: Sûretlerinde ayrı ayrı a'zaların inkişafıyla hasıl olan çiçek ve insanın basit heyetidir ki; o sahifede "Alîm, Hakîm" isimleri gibi çok isimler yazılıyor.
(Orjinal Sayfa: 670)
Üçüncü sahife: O iki mahlukun ayrı ayrı a'zalarına, ayrı ayrı hüsün ve zînet vermekle, o sahifede "Sâni' ve Bâri'" isimleri gibi çok isimler yazılıyor.
Dördüncü sahife: Öyle bir zînet ve hüsün, o iki masnua veriliyor ki; güya lütuf ve kerem tecessüm etmiş, onlar olmuş. O sahife "Ya Lâtif, Ya Kerim" gibi çok isimleri yâdeder, okur.
Beşinci sahife: O çiçeğe leziz meyveler, o hasnaya sevimli evlâdlar, güzel ahlâklar takmakla; o sahife "Ya Vedud, ya Rahîm, ya Mün'im" gibi isimleri okutturuyor.
Altıncı sahife: O in'am ve ihsan sahifesinde, "Ya Rahman, ya Hannan" gibi isimler okunuyor.
Yedinci sahife: O nimetlerde, o neticelerde, öyle lemaât-ı hüsün ve cemâl görünüyor ki, hakikî bir şevk ve şefkatle yoğrulmuş hâlis bir şükür ve safi bir muhabbete lâyık olur. O sahifede "Ya Cemil-i ZülKemâl, ya Kâmil-i Zülcemâl" isimleri yazılı okunuyor.
İşte yalnız bir güzel çiçek ve hasna bir insan ve yalnız maddî ve zâhir Sûretinde bu kadar Esmâyı gösterirse; acaba umum çiçekler ve bütün zîhayat ve büyük ve küllî mevcûdât, ne derece ulvî ve küllî Esmâyı okutuyor, kıyas edebilirsin.
Hem insan ruh, kalb, akıl cihetiyle ve hayat ve letâif sahifeleriyle "Hayy, Kayyum ve Muhyî" gibi ne kadar Esmâ-i kudsiye-i nuraniyeyi okur ve okutturur, kıyas edebilirsin.
İşte, Cennet bir çiçektir. Huri taifesi dahi bir çiçektir. Rûy-i zemin dahi bir çiçektir. Bahar da bir çiçektir. Semâ da bir çiçektir; yıldızlar, o çiçeğin yaldızlı nakışlarıdır. Güneş de bir çiçektir; ziyasındaki yedi rengi, o çiçeğin nakışlı boyalarıdır. Âlem, güzel ve büyük bir insandır; nasılki insan, küçük bir âlemdir. Huriler nev'i ve ruhânîler Cemâatı ve melek cinsi ve cin taifesi ve insan nev'i, birer güzel şahıs hükmünde tasvir ve tanzim ve icad edilmiştir. Hem herbiri külliyetiyle; hem herbir ferdi, tek başıyla Sâni'-i Zülcemâlinin Esmâsını gösterdikleri gibi; onun cemâline, Kemâline, rahmetine ve muhabbetine birer ayrı ayrı âyinelerdir. Ve nihayetsiz cemâl ve Kemâline ve rahmet ve muhabbetine birer şahid-i sadıktır. Ve o cemâl ve Kemâlin ve rahmet ve muhabbetin birer âyâtıdır, birer emaratıdır. İşte şu nihayetsiz enva'-ı Kemâlât, daire-i vâhidi
(Orjinal Sayfa: 671)
yette ve ehadiyette hasıldır. Demek o daire haricinde tevehhüm olunan Kemâlât, Kemâlât değildir.
İşte hakaik-i eşyanın Esmâ-i İlahiyeye dayandığını ve istinad ettiğini, belki hakikî hakaik, o Esmânın cilveleri olduğunu ve herşeyin çok cihetlerle, çok dillerle Sâniini zikr ve tesbih ettiğini anla. وَاِنْمِنْشَيْءٍاِلاَّيُسَبِّحُبِحَمْدِهِ nin bir mânâsını bil ve سُبْحَانَمَنِاخْتَفَىبِشِدَّةِظُهُورِهِ de. Ve âyetlerin âhirlerinde olan وَ هُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ { وَ هُوَ الْغَفُورُ الرّحِيمُ { وَ هُوَ الْعَلِيمُ الْقَدِيرُ gibi zikir ve tekrarlarındaki bir sırrı fehmet.
Eğer bir çiçekte Esmâyı okuyamıyorsan ve vâzıh göremiyorsan; Cennet'e bak, bahara dikkat et, zeminin yüzünü temaşa et. Rahmetin şu büyük çiçekleri olan Cennet ve bahar ve zeminde yazılan Esmâyı vâzıhan okuyabilirsin, cilvelerini ve nakışlarını anlar, görürsün.
* * *
(Orjinal Sayfa: 672)
İKİNCİ NOKTANIN İKİNCİ MEBHASI
Ehl-i dalaletin vekili, tutunacak ve dalaletini ona bina edecek hiçbir şey bulamadığı ve mülzem kaldığı zaman şöyle diyor ki:
"Ben, saadet-i dünyayı ve lezzet-i hayatı ve terakkiyat-ı medeniyeti ve Kemâl-i san'atı; kendimce, âhireti düşünmemekte ve Allah'ı tanımamakta ve hubb-u dünyada ve hürriyette ve kendine güvenmekte gördüğüm için, insanın ekserisini bu yola şeytanın himmetiyle sevkettim ve ediyorum.
Elcevab: Biz dahi Kur'an namına diyoruz ki: Ey bîçare insan! Aklını başına al! Ehl-i dalaletin vekilini dinleme! Eğer onu dinlersen hasaretin o kadar büyük olur ki, tasavvurundan ruh, akıl ve kalb ürperir. Senin önünde iki yol var:
Birisi: Ehl-i dalaletin vekilinin gösterdiği şekavetli yoldur.
Diğeri: Kur'an-ı Hakîm'in târif ettiği saadetli yoldur. İşte o iki yolun pekçok müvazenelerini, çok Sözlerde, hususan Küçük Sözlerde gördün ve anladın. Şimdi makam münasebetiyle binde bir müvazenelerini yine gör, anla. Şöyle ki:
Şirk ve dalaletin ve fısk ve sefahetin yolu, insanı nihayet derecede sukut ettiriyor. Hadsiz elemler içinde nihayetsiz ağır bir yükü zaîf ve âciz beline yükletir. Çünki insan, Cenâb-ı Hakk'ı tanımazsa ve Ona tevekkül etmezse, o vakit insan, gâyet derecede âciz ve zaîf, nihayet derecede muhtaç, fakir, hadsiz musibetlere maruz, elemli, kederli bir fâni hayvan hükmünde olup, bütün sevdiği ve alâka peyda ettiği bütün eşyadan mütemadiyen firak elemini çeke çeke, nihayette, bâki kalan bütün ahbabını bir firak-ı elîm içinde bırakıp, kabrin zulümatına yalnız olarak gider. Hem müddet-i hayatında gâyet cüz'î bir ihtiyar ve küçük bir iktidar ve kısacık bir hayat ve az bir ömür ve sönük bir fikir ile nihayetsiz elemler ile ve emeller ile faydasız çarpışır ve hadsiz arzuların ve makasıdın tahsiline, semeresiz boşu boşuna çalışır. Hem kendi vücudu-
(Orjinal Sayfa: 673)
nu yüklenemediği halde, koca dünya yükünü bîçare beline ve kafasına yüklenir. Daha cehenneme gitmeden cehennem azabını çeker.
Evet şu elîm elemi ve dehşetli mânevî azabı hissetmemek için, ehl-i dalâlet ibtal-i his nev'inden gaflet sarhoşluğu ile muvakkaten hissetmez. Fakat hissedeceği zaman yâni kabre yakın olduğu vakit birden hisseder. Çünki Cenâb-ı Hakk'a hakikî abd olmazsa, kendi kendine mâlik zannedecek. Halbuki o cüz'î ihtiyar, o küçük iktidarı ile şu fırtınalı dünyada vücudunu idare edemiyor. Hayatına muzır mikroptan tut, tâ zelzeleye kadar binler taife düşmanları, hayatına karşı tehacüm vaziyetinde görür. Elîm bir korku dehşeti içinde her vakit kendine müdhiş görünen kabir kapısına bakıyor. Hem bu vaziyette iken insâniyet itibariyle nev'-i insanî ile ve dünya ile alâkadar olduğu halde, dünyayı ve insanı Hakîm, Alîm, Kadîr, Rahîm, Kerim bir zâtın tasarrufunda tasavvur etmediği ve onları tesadüf ve tabiata havale ettiği için, dünyanın ehvali ve insanın ahvâli onu daima iz'ac eder. Kendi elemiyle beraber insanların elemini de çeker. Dünyanın zelzelesi, taunu, tufanı, kaht u galası, fena ve zevali, ona gâyet müz'iç ve karanlıklı birer musibet Sûretinde onu tazib eder.
Hem şu haldeki insan, merhamet ve şefkate lâyık değildir. Çünki kendi kendine bu dehşetli vaziyeti veriyor. Sekizinci Söz'de kuyuya girmiş iki kardeşin müvazene-i halinde denildiği gibi; nasıl bir adam, güzel bir bahçede, güzel bir ziyafette, güzel ahbablar içinde, nezahetli, tatlı, namuslu, hoş, meşru bir lezzet ve eğlenceye kanaat etmeyip, gayr-ı meşru ve mülevves bir lezzet için çirkin ve necis bir şarabı içse, sarhoş olup kendini kış ortasında, pis bir yerde ve hattâ canavarlar içinde tahayyül etse, titreyip bağırıp çağırsa nasıl merhamete lâyık değil. Çünki ehl-i namus ve mübarek arkadaşlarını canavar tasavvur eder, onlara karşı hakaret eder. Hem ziyafetteki leziz taamları ve temiz kapları mülevves, pis taşlar tasavvur eder, kırmağa başlar. Hem mecliste muhterem kitabları ve mânidar mektubları mânâsız ve âdi nakışlar tasavvur eder, yırtarak ayak altına atar ve hâkezâ... Böyle bir şahıs, nasıl merhamete müstehak değil, belki tokata müstehaktır. Öyle de: Sû'-i ihtiyarından neş'et eden küfür sarhoşluğu ile ve dalâlet divaneliğiyle Sâni'-i Hakîm'in şu misafirhane-i dünyasını, tesadüf ve tabiat oyuncağı olduğunu tevehhüm edip ve cilve-i Esmâ-i İlahiyeyi tazelendiren masnuatın, zamanın geçmesiyle vazifelerinin
(Orjinal Sayfa: 674)
bittiğinden âlem-i gayba geçmelerini, adem ile îdam tasavvur ederek ve tesbihat sadalarını, zeval ve firak-ı ebedî vaveylâsı olduklarını tahayyül ettiğinden ve mektûbât-ı Samedâniye olan şu mevcûdât sahifelerini, mânâsız, karmakarışık tasavvur ettiğinden ve âlem-i rahmete yol açan kabir kapısını zulümat-ı adem ağzı tasavvur ettiğinden ve eceli, hakikî ahbablara visal daveti olduğu halde, bütün ahbablardan firak nöbeti tasavvur ettiğinden; hem kendini dehşetli bir azab-ı elîmde bırakıyor, hem mevcûdâtı, hem Cenâb-ı Hakk'ın Esmâsını, hem mektûbâtını inkâr ve tezyif ve tahkir ettiğinden, merhamete ve şefkate lâyık olmadığı gibi, şiddetli bir azaba da müstehaktır. Hiçbir cihette merhamete lâyık değildir.
İşte ey bedbaht ehl-i dalâlet ve sefahet! Şu dehşetli sukuta karşı ve ezici me'yusiyete mukabil; hangi tekemmülünüz, hangi fünununuz, hangi Kemâliniz, hangi medeniyetiniz, hangi terakkiyatınız karşı gelebilir? Ruh-u beşerin eşedd-i ihtiyaç ile muhtaç olduğu hakikî teselliyi nerede bulabilirsiniz? Hem güvendiğiniz ve bel bağladığınız ve âsâr-ı İlahiyeyi ve ihsanat-ı Rabbâniyeyi onlara isnad ettiğiniz hangi tabiatınız, hangi esbabınız, hangi şerikiniz, hangi keşfiyatınız, hangi milletiniz, hangi bâtıl Mâbudunuz, sizi sizce îdam-ı ebedî olan mevtin zulümatından kurtarıp, kabir hududundan, berzah hududundan, mahşer hududundan, sırat köprüsünden hâkimâne geçirebilir, saadet-i ebediyeye mazhar edebilir? Halbuki kabir kapısını kapamadığınız için, siz kat'î olarak bu yolun yolcususunuz. Böyle bir yolcu, öyle birisine dayanır ki, bütün bu daire-i azîme ve bu geniş hududlar, onun taht-ı emrinde ve tasarrufundadır.
Hem dahi, ey bedbaht ehl-i dalâlet ve gaflet! "Gayr-ı meşru bir muhabbetin neticesi, merhametsiz azab çekmektir." kaidesi sırrınca, siz, fıtratınızdaki Cenâb-ı Hakk'ın zât ve sıfât ve Esmâsına sarfedilecek muhabbet ve mârifet istidadını ve şükür ve ibâdat cihazatını, nefsinize ve dünyaya gayr-ı meşru bir Sûrette sarfettiğinizden, bil-istihkak cezasını çekiyorsunuz. Çünki Cenâb-ı Hakk'a ait muhabbeti, nefsinize verdiniz. Mahbubunuz olan nefsinizin hadsiz belasını çekiyorsunuz. Çünki hakikî bir rahatı o mahbubunuza vermiyorsunuz. Hem onu, hakikî mahbub olan Kadîr-i Mutlak'a tevekkül ile teslim etmiyorsunuz, daima elem çekiyorsunuz. Hem Cenâb-ı Hakk'ın Esmâ ve sıfâtına ait muhabbeti, dünyaya verdiniz ve âsâr-ı san'atını, âlemin esbabına taksim ettiniz; belasını çeki
(Orjinal Sayfa: 675)
yorsunuz. Çünki o hadsiz mahbublarınızın bir kısmı size Allahaısmarladık demeyip, size arkasını çevirip, bırakıp gidiyor. Bir kısmı sizi hiç tanımıyor, tanısa da sizi sevmiyor. Sevse de size bir fayda vermiyor. Daima hadsiz firaklardan ve ümidsiz dönmemek üzere zevallerden azab çekiyorsunuz.
İşte ehl-i dalaletin saadet-i hayatiye ve tekemmülât-ı insâniye ve mehâsin-i medeniyet ve lezzet-i hürriyet dedikleri şeylerin iç yüzleri ve mahiyetleri budur. Sefahet ve sarhoşluk bir perdedir, muvakkaten hissettirmez. "Tuh onların aklına!" de...
Amma Kur'anın cadde-i nuraniyesi ise: Bütün ehl-i dalaletin çektiği yaraları, hakaik-i îmâniye ile tedâvi eder. Bütün evvelki yoldaki zulümatı dağıtır. Bütün dalâlet ve helâket kapılarını kapatır. Şöyle ki:
İnsanın za'f ve aczini ve fakr ve ihtiyacını, bir Kadîr-i Rahîm'e tevekkül ile tedâvi eder. Hayat ve vücudun yükünü, Onun kudretine, rahmetine teslim edip; kendine yüklemeyip belki kendisi o hayatına ve nefsine biner hükmünde bir rahat makam bulur. Kendisinin "nâtık bir hayvan" değil, belki hakikî bir insan ve makbul bir misafir-i Rahman olduğunu bildirir. Dünyayı, bir misafirhane-i Rahman olduğunu göstermekle ve dünyadaki mevcûdât ise, Esmâ-i İlahiyenin âyineleri olduklarını ve masnuatı ise, her vakit tazelenen mektûbât-ı Samedâniye olduklarını bildirmekle, insanın fena-yı dünyadan ve zeval-i eşyadan ve hubb-u fâniyattan gelen yaralarını güzelce tedâvi eder ve evhamın zulümatından kurtarır. Hem mevt ve eceli, âlem-i berzaha giden ve âlem-i bekada olan ahbablara visal ve mülâkat mukaddemesi olarak gösterir. Ehl-i dalaletin nazarında bütün ahbabından bir firak-ı ebedî telakki ettiği ölüm yaralarını böylece tedâvi eder. Ve o firak, ayn-ı lika olduğunu isbat eder. Hem kabrin âlem-i rahmete ve dâr-ı saadete ve bağistan-ı cinana ve nuristan-ı Rahman'a açılan bir kapı olduğunu isbat etmekle, beşerin en müdhiş korkusunu izale edip, en elîm ve kasavetli ve sıkıntılı olan berzah seyahatini, en leziz ve ünsiyetli ve ferahlı bir seyahat olduğunu gösterir. Kabir ile ejderha ağzını kapatır, güzel bir bahçeye kapı açar. Yâni kabir ejderha ağzı olmadığını, belki bağistan-ı rahmete açılan bir kapı olduğunu gösterir.
Hem mü'mine der: "İhtiyarın cüz'î ise; kendi mâlikinin irade-i külliyesine işini bırak. İktidarın küçük ise, Kadîr-i Mutlak'ın kud
(Orjinal Sayfa: 676)
retine itimad et. Hayatın az ise, hayat-ı bâkiyeyi düşün. Ömrün kısa ise; ebedî bir ömrün var, merak etme. Fikrin sönük ise; Kur'anın güneşi altına gir, îmânın nuruyla bak ki: Yıldız böceği olan fikrin yerine herbir âyet-i Kur'an, birer yıldız misillü sana ışık verir. Hem hadsiz emellerin, elemlerin varsa, nihayetsiz bir sevab ve hadsiz bir rahmet seni bekliyor. Hem hadsiz arzuların, makasıdın varsa, onları düşünüp muztarib olma. Onlar bu dünyaya sığışmaz. Onların yerleri başka diyardır ve onları veren de başkadır."
Hem der: "Ey insan! Sen kendine mâlik değilsin. Sen, kudreti nihayetsiz bir Kadîr, rahmeti hadsiz bir Rahîm-i Zât-ı Zülcelâl'in memlûküsün. Öyle ise sen, kendi hayatını kendine yükleyip zahmet çekme; çünki hayatı veren odur, idare eden de odur. Hem dünya sahibsiz değil ki, sen kendi kafana dünya yükünü yüklettirerek ehvalini düşünüp merak etme; çünki onun sahibi Hakîm'dir, Alîm'dir. Sen de misafirsin; fuzulî olarak karışma, karıştırma. Hem insanlar, hayvanlar gibi mevcûdât, başı boş değilller; belki vazifedâr memurdurlar. Bir Hakîm-i Rahîm'in nazarındadırlar. Onların âlâm ve meşakkatlarını düşünüp, ruhuna elem çektirme. Ve onların Hâlık-ı Rahîm'inin rahmetinden daha ileri şefkatini sürme. Hem sana düşmanlık vaziyetini alan mikroptan tâ taun ve tufan ve kaht ve zelzeleye kadar bütün eşyanın dizginleri, o Rahîm-i Hakîm'in elindedirler. O Hakîm'dir, abes iş yapmaz. Rahîm'dir, rahîmiyeti çoktur. Yaptığı her işinde bir nevi lütuf var."
Hem der: "Şu âlem çendan fânidir, fakat ebedî bir âlemin levazımatını yetiştiriyor. Çendan zâildir, geçicidir; fakat bâki meyveler veriyor, bâki bir zâtın bâki Esmâsının cilvelerini gösteriyor. Ve çendan lezzetleri az, elemleri çoktur; fakat Rahman-ı Rahîm'in iltifatatı, zevalsiz hakikî lezzetlerdir. Elemler ise sevab cihetiyle mânevî lezzet yetiştiriyor. Mâdem meşru daire; ruh ve kalb ve nefsin bütün lezzetlerine, safalarına, keyiflerine kâfidir. Gayr-ı meşru daireye girme. Çünki o dairedeki bir lezzetin bâzan bin elemi var. Hem hakikî ve daimî lezzet olan iltifatat-ı Rahmâniyeyi kaybetmeğe sebebdir."
Hem dalaletin yolunda sâbıkan Beyân edildiği gibi esfel-i sâfilîne insanı öyle bir sukut ettiriyor ki; hiçbir medeniyet, hiçbir felsefe ona çare bulamadıkları ve o derin zulümat kuyusundan hiçbir terakkiyat-ı beşeriye, hiçbir Kemâlât-ı fenniye insanı çıkaramadığı halde, Kur'an-ı Hakîm îmân ve amel-i sâlih ile o esfel-i sâfilîne sukuttan insanı a'lâ-yı illiyyîne çıkarır ve delâil-i kat'-
(Orjinal Sayfa: 677)
iye ile çıkarmasını isbat ediyor ve o derin kuyuyu terakkiyat-ı mâneviyenin basamaklarıyla ve tekemmülât-ı ruhiyenin cihazatıyla dolduruyor.
Hem beşerin uzun ve fırtınalı ve dağdağalı olan ebed tarafındaki yolculuğunu gâyet derecede teshil eder ve kolaylaştırır. Bin, belki ellibin senelik mesâfeyi bir günde kestirecek vesaiti gösterir.
Hem Sultan-ı Ezel ve Ebed olan Zât-ı Zülcelâl'i tanıttırmakla, insanı ona bir memur abd ve bir vazifedâr misafir vaziyetini verir. Hem dünya misafirhanesinde, hem berzahî ve uhrevî menzillerde Kemâl-i rahatla seyahatini temin eder. Nasılki bir padişahın müstakim bir memuru, onun daire-i memleketinde, hem her vilayetin hududlarından sühuletle ve tayyare, gemi, şimendifer gibi sür'atli vasıta-i seyahatle gezer, geçer. Öyle de: Sultan-ı Ezelî'ye îmân ile intisab eden ve amel-i sâlih ile itaat eden bir insan, şu misafirhane-i dünya menzillerinden ve âlem-i berzah ve âlem-i mahşer dairelerinden ve hâkezâ kabirden sonraki bütün âlemlerin geniş hududlarından berk ve burak sür'atinde geçer. Tâ saadet-i ebediyeyi bulur. Ve şu hakikatı kat'î isbat eder ve asfiya ve evliyaya gösterir.
Hem de Kur'anın hakikatı der ki: "Ey mü'min! Sendeki nihayetsiz muhabbet kabiliyetini, çirkin ve noksan ve şerûr ve sana muzır olan nefs-i emmârene verme. Onu mahbub ve onun hevasını kendine Mâbud ittihaz etme. Belki sendeki o nihayetsiz muhabbet kabiliyetini, nihayetsiz bir muhabbete lâyık, hem nihayetsiz sana ihsan edebilen, hem istikbalde seni nihayetsiz mes'ud eden, hem bütün alâkadar olduğun ve onların saadetleriyle mes'ud olduğun bütün zâtları, ihsanatıyla mes'ud eden, hem nihayetsiz Kemâlâtı bulunan ve nihayetsiz derecede kudsî, ulvî, münezzeh, kusursuz, noksansız, zevalsiz cemâl sahibi olan ve bütün Esmâsı, nihayet derecede güzel olan ve her isminde pek çok envar-ı hüsün ve cemâl bulunan ve cennet bütün güzellikleriyle ve nimetleriyle, onun cemâl-i rahmetini ve rahmet-i cemâlini gösteren ve sevimli ve sevilen bütün kâinattaki bütün hüsün ve cemâl ve mehâsin ve Kemâlât, onun cemâline ve Kemâline işaret eden ve delâlet eden ve emâre olan bir zâtı, mahbub ve Mâbud ittihaz et..."
Hem der: "Ey insan! Onun Esmâ ve sıfâtına ait istidad-ı muhabbetini, sâir bekasız mevcûdâta verme; faidesiz mahlukata da
(Orjinal Sayfa: 67
ğıtma. Çünki âsâr ve mahlukat fânidirler. Fakat o âsârda ve o masnuatta nakışları, cilveleri görünen Esmâ-i hüsnâ bâkidirler, daimîdirler. Ve Esmâ ve sıfâtın herbirisinde binler merâtib-i ihsan ve cemâl ve binler tabakat-ı Kemâl ve muhabbet var. Sen yalnız Rahman ismine bak ki: Cennet bir cilvesi ve saadet-i ebediye bir lem'ası ve dünyadaki bütün rızk ve nimet, bir katresidir."
İşte şu müvazene, ehl-i dalaletle ehl-i îmânın hayat ve vazife cihetindeki mahiyetlerine işaret eden
لَقَدْ خَلَقْنَا اْلاِنْسَانَ فِى اَحْسَنِ تَقْوِيمٍ ثُمَّ رَدَدْنَاهُ اَسْفَلَ سَافِلِينَ اِلاَّ الَّذِينَ آمَنُوا وَ عَمِلُوا الصَّالِحَاتِ
hem netice ve akibetlerine işaret eden فَمَا بَكَتْ عَلَيْهِمُ السَّمَاءُ وَ اْلاَرْضُ olan âyete dikkat et. Ne kadar ulvî, mu'cizane, Beyân ettiğimiz müvazeneyi ifade ederler. Birinci âyet, Onbirinci Söz'de tafsilen o âyetin i’câzkârane ve îcazkârane ifade ettiği hakikatı, o Sözde Beyân edildiğinden, onu oraya havale ederiz. İkinci âyet ise, yalnız bir küçük işaretle göstereceğiz ki, ne kadar ulvî bir hakikatı ifade ediyor. Şöyle ki:
Şu âyet, mefhum-u muvafık ile şöyle ferman ediyor: "Ehl-i dalaletin ölmesiyle, semâvat ve zemin, onların üstünde ağlamıyorlar." Ve mefhum-u muhalif ile delâlet ediyor ki: "Ehl-i îmânın dünyadan gitmesiyle, semâvat ve zemin, onların üstünde ağlıyor." Yâni: Ehl-i dalalet, mâdem semâvat ve arzın vazifelerini inkâr ediyor. Mânâlarını bilmiyor. Onların kıymetlerini iskat ediyor. Sâni'lerini tanımıyor. Onlara karşı bir hakaret, bir adavet ettiğinden elbette semâvat ve zemin, onlara ağlamak değil, belki onlara nefrin eder, onların gebermesiyle memnun olurlar. Ve mefhum-u muhalif ile der: "Semâvat ve arz, ehl-i îmânın ölmesiyle ağlarlar." Zira ehl-i îmân ise (çünki) semâvat ve arzın vazifelerini bilir. Hakikî hakikatlarını tasdik ediyor. Ve onların ifade ettikleri mânâları îmân ile anlıyor. "Ne kadar güzel yapılmışlar, ne kadar güzel hizmet ediyorlar." diyor. Ve onlara lâyık kıymeti veriyor ve ihtiram ediyor. Cenâb-ı
(Orjinal Sayfa: 679)
Hak hesabına onlara ve onlar âyine oldukları Esmâya muhabbet ediyor. İşte bu sır içindir ki, semâvat ve zemin, ağlar gibi ehl-i îmânın zevaline mahzun oluyorlar.
MÜHİM BİR SUAL: Diyorsunuz ki: "Muhabbet, ihtiyârî değil. Hem ihtiyac-ı fıtrîye binaen, leziz taamları ve meyveleri severim. Peder ve valide ve evlâdlarımı severim. Refika-i hayatımı severim. Dost ve ahbablarımı severim. Enbiya ve evliyayı severim. Hayatımı, gençliğimi severim. Baharı ve güzel şeyleri ve dünyayı severim. Nasıl bunları sevmeyeceğim? Nasıl bütün bu muhabbetleri, Cenâb-ı Hakk'ın zât ve sıfât ve Esmâsına verebilirim? Bu ne demektir?
Elcevab: "Dört Nükte"yi dinle.
BİRİNCİ NÜKTE: Muhabbet, çendan ihtiyârî değil. Fakat ihtiyar ile, muhabbetin yüzü, bir mahbubdan diğer bir mahbuba dönebilir. Meselâ: Bir mahbubun çirkinliğini göstermekle veyahut asıl lâyık-ı muhabbet olan diğer bir mahbuba perde veya âyine olduğunu göstermekle, muhabbetin yüzü, mecâzî mahbubdan hakikî mahbuba çevrilebilir.
İKİNCİ NÜKTE: Ta'dad ettiğin sevdiklerini, sevme demiyoruz. Belki onları Cenâb-ı Hakk'ın hesabına ve onun muhabbeti namına sev, deriz. Meselâ: Leziz taamları, güzel meyveleri, Cenâb-ı Hakk'ın ihsanı ve o Rahman-ı Rahîm'in in'amı cihetinde sevmek, "Rahman" ve "Mün'im" isimlerini sevmektir, hem mânevî bir şükürdür. Şu muhabbet, yalnız nefis hesabına olmadığını ve Rahman namına olduğunu gösteren; meşru dairesinde kanaatkârane kazanmak ve mütefekkirane, müteşekkirane yemektir.
Hem peder ve valideyi şefkat ile teçhiz eden ve seni onların merhametli elleriyle terbiye ettiren hikmet ve rahmet hesabına onlara hürmet ve muhabbet, Cenâb-ı Hakk'ın muhabbetine aittir. O muhabbet ve hürmet, şefkat lillah için olduğuna alâmeti şudur ki: Onlar ihtiyar oldukları ve sana hiçbir faideleri kalmadığı ve seni zahmet ve meşakkate attıkları zaman, daha ziyade muhabbet ve merhamet ve şefkat etmektir. اِمَّايَبْلُغَنَّعِنْدَكَالْكِبَرَاَحَدُهُمَااَوْكِلاَهُمَافَلاَتَقُلْلَهُمَااُفٍّ âyeti beş mertebe hürmet ve şefkate evlâdı davet etmesi; Kur'anın
(Orjinal Sayfa: 680)
nazarında valideynin hukukları ne kadar ehemmiyetli ve ukukları ne derece çirkin olduğunu gösterir. Mâdem peder; kimseyi değil, yalnız veledinin kendinden daha ziyade iyi olmasını ister. Ona mukabil veled dahi, pedere karşı hak dâva edemez. Demek valideyn ve veled ortasında fıtraten sebeb-i münakaşa yok. Zira münakaşa, ya gıbta ve hasedden gelir. Pederde oğluna karşı o yok. Veya münakaşa, haksızlıktan gelir. Veledin hakkı yoktur ki, pederine karşı hak dâva etsin. Pederini haksız görse de, ona isyan edemez. Demek pederine isyan eden ve onu rencide eden, insan bozması bir canavardır.
Ve evlâdlarını, o Zât-ı Rahîm-i Kerim'in hediyeleri olduğu için Kemâl-i şefkat ve merhamet ile onları sevmek ve muhafaza etmek, yine Hakk'a aittir. Ve o muhabbet ise, Cenâb-ı Hakk'ın hesabına olduğunu gösteren alâmet ise: Vefatlarında sabır ile şükürdür, me'yusane feryad etmemektir. "Hâlıkımın benim nezaretime verdiği sevimli bir mahluku idi, bir memlûkü idi, şimdi hikmeti iktiza etti, benden aldı, daha iyi bir yere götürdü. Benim o memlûkte bir zâhirî hissem varsa, hakikî bin hisse onun Hâlıkına aittir. «El-hükmü Lillah» deyip teslim olmaktır.
Hem dost ve ahbab ise: Eğer onlar îmân ve amel-i sâlih sebebiyle Cenâb-ı Hakk'ın dostları iseler, "El-hubbu Fillah" sırrınca o muhabbet dahi, Hakk'a aittir.
Hem refika-i hayatını, rahmet-i İlahiyenin munis, lâtif bir hediyesi olduğu cihetiyle sev ve muhabbet et. Fakat çabuk bozulan hüsn-ü Sûretine muhabbetini bağlama. Belki kadının en cazibedâr, en tatlı güzelliği, kadınlığa mahsus bir letafet ve nezaket içindeki hüsn-ü sîretidir. Ve en kıymetdar ve en şirin cemâli ise; ulvî, ciddî, samimî, nuranî şefkatidir. Şu cemâl-i şefkat ve hüsn-ü sîret, âhir hayata kadar devam eder, ziyadeleşir. Ve o zaîfe, lâtife mahlukun hukuk-u hürmeti, o muhabbetle muhafaza edilir. Yoksa hüsn-ü Sûretin zevaliyle, en muhtaç olduğu bir zamanda bîçare hakkını kaybeder.
Hem enbiya ve evliyayı sevmek, Cenâb-ı Hakk'ın makbul ibâdı olmak cihetiyle, Cenâb-ı Hakk'ın namına ve hesabınadır ve o nokta-i nazardan ona aittir.
Hem hayatı, Cenâb-ı Hakk'ın insana ve sana verdiği en kıymetdar ve hayat-ı bâkiyeyi kazandıracak bir sermaye ve bir define ve bâki Kemâlâtın cihazatını câmi' bir hazine cihetiyle onu sev-
(Orjinal Sayfa: 681)
mek, muhafaza etmek, Cenâb-ı Hakk'ın hizmetinde istihdam etmek, yine o muhabbet bir cihette Mâbud'a aittir.
Hem gençliğin letâfetini, güzelliğini, Cenâb-ı Hakk'ın lâtif, şirin, güzel bir ni'meti nokta-i nazarından istihsan etmek, sevmek, hüsn-ü istîmal etmek, şâkirane bir nevi muhabbet-i meşruadır.
Hem baharı: Cenâb-ı Hakk'ın nuranî esmâlarının en lâtif, güzel nakışlarının sahifesi, ve Sâni-i Hakîm'in antika san'atının en müzeyyen ve şa'şaalı bir meşher-i san'atı olduğu cihetiyle mütefekkirane sevmek, Cenâb-ı Hakk'ın esmâsını sevmektir.
Hem dünyayı: âhiretin mezraası ve Esma-i İlâhiyyenin âyinesi ve Cenâb-ı Hakk'ın mektûbâtı ve muvakkat bir misafirhanesi cihetinde sevmek, -nefs-i emmâre karışmamak şartıyla- Cenâb-ı Hakk'a ait olur.
Elhasıl: Dünyayı ve ondaki mahlûkatı mâna-yı harfiyle sev. Mâna-yı ismiyle sevme. «Ne kadar güzel yapılmış» de. «Ne kadar güzeldir» deme. Ve kalbin bâtınına, başka muhabbetlerin girmesine meydan verme. Çünki: Bâtın-ı kalb, âyine-i Sameddir ve Ona mahsustur.
اَللّهُمَّ ارْزُقْنَا حُبَّكَ وَ حُبَّ مَا يُقَرِّبُنَا اِلَيْكَ de.
İşte bütün tâdad ettiğimiz muhabbetler, eğer bu sûretle olsa, hem elemsiz bir lezzet verir, hem bir cihette zevalsiz bir visaldir. Hem muhabbet-i İlâhiyyeyi ziyadeleştirir. Hem meşrû bir muhabbettir. Hem ayn-ı lezzet bir şükürdür. Hem ayn-ı muhabbet bir fikirdir.
Meselâ: Nasılk, bir padişah-ı âli, (Haşiye) sana bir elmayı ihsan etse, o elmaya iki muhabbet ve onda iki lezzet var: Biri, elma, elma olduğu için sevilir. Ve elmaya mahsus ve elma kadar bir lezzet var. Şu muhabbet padişaha ait değil. Belki, huzurunda o elmayı ağzına atıp yiyen adam, padişahı değil, elmayı sever ve nefsine muhabbet eder. Bâzan olur ki: padişah o nefisperverane olan muhabbeti beğenmez, ondan nefret eder. Hem elma lezzeti dahi cüz'îdir. Hem zeval bulur; elmayı yedikten sonra o lezzet dahi gider, bir teessüf kalır. İkinci muhabbet ise: Elma içindeki elma ile göste-
___________________________
(Haşiye): Bir zaman iki aşiret reisi, bir padişahın huzuruna girmişler, yazılan aynı vaziyette bulunmuşlar.
(Orjinal Sayfa: 682)
terilen iltifatat-ı şâhânedir. Güya o elma, iltifat-ı şâhânenin nümunesi ve mücessemidir, diye başına koyan adam, padişahı sevdiğini izhar eder. Hem iltifatın gılâfı olan o meyvede öyle bir lezzet var ki, bin elma lezzetinin fevkındedir. İşte şu lezzet ayn-ı şükrandır. Şu muhabbet, padişaha karşı hürmetli bir muhabbettir.
Aynen onun gibi bütün ni'metlere ve meyvelere, zâtları için muhabbet edilse, yalnız maddî lezzetleriyle gafilâne telezzüz etse, o muhabbet nefsanîdir. O lezzetler de geçici ve elemlidir. Eğer Cenâb-ı Hakk'ın iltifatat-ı rahmeti ve ihsanatının meyveleri cihetiyle sevse ve o ihsan ve iltifatatın derece-i lütuflarını takdir etmek suretinde kemâl-i iştiha ile lezzet alsa; hem mânevî bir şükür, hem elemsiz bir lezzettir...
ÜÇÜNCÜ NÜKTE: Cenâb-ı Hakk'ın esmâsına karşı olan muhabbetin tabakatı var: Sâbıkan Beyân ettiğimiz gibi; bâzan âsâra muhabbet suretiyle esmâyı sever. Bâzan esmâyı, kemalât-ı İlâhiyyenin unvanları olduğu cihetle sever. Bâzan insan, câmiiyyet-i mahiyet cihetiyle hadsiz ihtiyacat noktasında esmâya muhtaç ve müştak olur. Ve o ihtiyaçla sever. Meselâ: Sen bütün şefkat ettiğin akraba ve fukarâ ve zaif ve muhtaç mahlûkata karşı, âcizâne istimdad ihtiyacını hissettiğin halde biri çıksa, istediğin gibi onlara iyilik etse, o zâtın in'am edici ünvanı ve kerîm ismi ne kadar senin hoşuna gider, ne kadar o zâtı, o unvan ile seversin. Öyle de: Yalnız Cenâb-ı Hakk'ın Rahman ve Rahîm isimlerini düşün ki: Sen sevdiğin ve şefkat ettiğin bütün mü'min ve âbâ ve ecdâdını ve akraba ve ahbabını dünyada ni'metlerin envâiyla ve Cennet'te envâ-i lezâiz ile ve saadet-i ebediyyede onları sana gösterip ve kendini onlara göstermesiyle mes'ud ettiği cihette o «Rahman» ismi ve «Rahîm» unvanı, ne kadar sevilmeğe lâyıktırlar ve ne derece o iki isme rûh-u beşer muhtaç olduğunu kıyas edebilirsin. Ve ne derece: «'Elhamdülillâhi alâ Rahmâniyyetihî ve alâ Rahîmiyyetihî»ِyerindedir anlarsın.
Hem alâkadar olduğun ve perişaniyetlerinden müteessir olduğun; senin bir nevi hânen ve içindeki mevcûdât, senin o hânenin ünsiyetli levazımatı ve sevimli müzeyyenatı hükmünde olan dünyayı ve içindeki mahlûkatı kemâl-i hikmet ile tanzim ve tedbir ve terbiye eden zâtın «Hakîm» ismine ve «Mürebbî» unvanına senin ruhun ne kadar muhtaç, ne kadar müştak olduğunu dikkat etsen anlarsın. Hem bütün alâkadar olduğun ve zevalleriyle müteellim olduğun insanları, mevtleri hengâmında adem zulümatından kurta-
(Orjinal Sayfa: 683)
rıp şu dünyadan daha güzel bir yerde yerleştiren bir zâtın «Vâris, Bâis» isimlerine, «Bâki, Kerim, Muhyî ve Muhsin» unvanlarına ne kadar ruhun muhtaç olduğunu dikkat etsen anlarsın.
İşte insanın mahiyeti, ulviyye; fıtratı, câmia olduğundan; binler enva-ı hâcât ile binbir Esmâ-i İlâhiyyeye, herbir ismin çok mertebelerine fıtraten muhtaçtır. Muzaaf ihtiyaç, iştiyaktır. Muzaaf iştiyak, muhabbettir. Muzaaf muhabbet dahi aşktır. Ruhun tekemmülâtına göre merâtib-i muhabbet, merâtib-i esmâya göre inkişaf eder. Bütün esmâya muhabbet dahi -Çünki o esmâ Zât-ı Zülcelâl'in ûnvanları ve cilveleri olduğundan- muhabbet-i zâtiyyeye döner. Şimdi yalnız nümune olarak binbir esmâdan yalnız «Adl» ve «Hakem» ve «Hak» ve «Rahîm» isimlerinin binbir mertebelerinden bir mertebeyi Beyân edeceğiz. Şöyle ki:
Hikmet ve adl içindeki «Rahmânirrahîm» ve «Hak» ismini âzamî bir dairede görmek istersen, şu temsile bak: Nasılki; bir orduda dörtyüz muhtelif taifeler bulunduğunu farz ediyoruz ki, herbir taife beğendiği elbiseleri ayrı, hoşuna gittiği erzâkı ayrı, rahatla istîmal edeceği silâhları ayrı ve mizacına deva olacak ilâçları ayrı oldukları halde, bütün o dörtyüz tâife, ayrı ayrı, takım, bölük tefrik edilmeyerek, belki birbirine karışık olduğu halde onları kemâl-i şefkat ve merhametinden ve hârikulâde iktidarından ve mu'cizâne ilim ve ihâtasından ve fevkalâde adâlet ve hikmetinden, misilsiz birtek padişah onların hiçbirini şaşırmayarak, hiçbirini unutmayarak, bütün ayrı ayrı onlara lâyık elbise, erzak, ilâç ve silâhlarını muinsiz olarak bizzât kendisi verse, o zât acaba ne kadar muktedir, müşfik, âdil, kerîm bir padişah olduğunu anlarsın. Çünki: Bir taburda on milletten efrad bulunsa, onları ayrı ayrı giydirmek ve teçhiz etmek, çok müşkil olduğundan, bilmecburiye ne cinsten olursa olsun, bir tarzda teçhiz edilir.
İşte öyle de: Cenâb-ı Hakk'ın adl ve hikmet içindeki İsm-i «Hak ve Rahmânirrahîm»in cilvesini görmek istersen bahar mevsiminde zeminin yüzünde çadırları kurulmuş, muhteşem dörtyüzbin milletten mürekkeb nebâtat ve hayvanat ordusuna bak ki; bütün o milletler, o taifeler, birbiri içinde oldukları halde, herbirinin libası ayrı, erzakı ayrı, silâhı ayrı, tarz-ı hayatı ayrı, tâlimatı ayrı, terhisatı ayrı oldukları halde ve o hâcâtlarını tedârik edecek iktidarları ve o metâlibi isteyecek dilleri olmadığı halde, daire-i hikmet ve adl içinde, mizan ve intizâm ile «Hak» ve «Rahman», «Rezzak»
(Orjinal Sayfa: 684)
ve «Rahîm», «Kerim» unvanlarını seyret, gör. Nasıl hiçbirini şaşırmıyarak, unutmıyarak, iltibas etmeyerek terbiye ve tedbir ve idare eder.
İşte, böyle hayret verici muhit bir intizâm ve mîzan ile yapılan bir işe, başkalarının parmakları karışabilir mi? Vâhid-i Ehad, Hakîm-i Mutlak, Kadîr-i Külli Şey'den başka, bu san'ata, bu tedbire, bu Rubûbiyyete, bu tedvîre hangi şey elini uzatabilir? Hangi sebeb müdahale edebilir?
DÖRDÜNCÜ NÜKTE: Diyorsun: Benim taamlara, nefsime, refikama, valideynime, evlâdıma, ahbabıma, evliyaya, enbiyaya, güzel şeylere, bahara, dünyaya müteallik ayrı ayrı muhtelif muhabbetlerimin (Kur'anın emrettiği tarzda olsa) neticeleri, faideleri nedir?
Elcevab: Bütün neticeleri beyan etmek için büyük bir kitab yazmak lâzımgelir. Şimdilik yalnız icmâlen bir iki neticeye işaret edilecek. Evvelâ, dünyadaki muaccel neticeleri beyan edilecek. Sonra âhirette tezahür eden neticeleri zikredilecek. Şöyle ki:
Sâbıkan beyan edildiği gibi; ehl-i gaflet ve ehl-i dünya tarzında ve nefis hesabına olan muhabbetlerin; dünyada belâları, elemleri, meşakkatleri çoktur. Safaları, lezzetleri, rahatları azdır. Meselâ: Şefkat, acz yüzünden elemli bir musîbet olur. Muhabbet, firak yüzünden belalı bir hirkat olur. Lezzet, zeval yüzünden zehirli bir şerbet olur. Âhirette ise; Cenâb-ı Hakk'ın hesabına olmadıkları için, ya faidesizdir veya azapdır. (Eğer harama girmiş ise.)
Sual: Enbiya ve Evliyaya muhabbet, nasıl faidesiz kalır?
Elcevab: Ehl-i Teslis'in İsâ Aleyhisselâm'a ve Râfızîlerin Hazret-i Ali Radıyallahü Anh'a muhabbetleri faidesiz kaldığı gibi. Eğer o muhabbetler, Kur'anın irşad ettiği tarzda ve Cenâb-ı Hakk'ın hesabına ve muhabbet-i Rahman namına olsalar, o zaman hem dünyada, hem âhirette güzel neticeleri var. Amma dünyada ise: Leziz taamlara, güzel meyvelere muhabbetin, elemsiz bir ni'met ve ayn-ı şükür bir lezzettir.
Nefsine muhabbet ise: Ona acımak, terbiye etmek, zararlı hevesâttan men'etmektir. O vakit nefis sana binmez, seni hevâsına esir etmez. Belki sen nefsine binersin. Onu hevâya değil, hüdâya sevkedersin.
(Orjinal Sayfa: 685)
Refika-i hayatına muhabbetin, mâdem hüsn-ü sîret ve mâden-i şefkat ve hediyye-i rahmet olduğuna bina edilmiş. O refikaya samimî muhabbet ve merhamet edersen, o da sana ciddî hürmet ve muhabbet eder. İkiniz ihtiyar oldukça o hal ziyadeleşir, mes'ûdane hayatını geçirirsin. Yoksa hüsn-ü Sûrete muhabbet nefsanî olsa, o muhabbet çabuk bozulur, hüsn-ü muaşereti de bozar.
Peder ve valideye karşı muhabbetin, Cenâb-ı Hak hesabına olduğu için hem bir ibâdet, hem de onlar ihtiyarlandıkça hürmet ve muhabbeti ziyadeleştirirsin. En âli bir his ile, en merdane bir himmet ile onların tûl-ü ömrünü ciddî arzu edip bekalarına duâ etmek, tâ «onların yüzünden daha ziyade sevab kazanayım» diye samimî hürmetle onların elini öpmek, ulvî bir lezzet-i ruhânî almaktır. Yoksa; nefsanî, dünya itibariyle olsa, onlar ihtiyar oldukları ve sana bâr olacak bir vaziyete girdikleri zaman en süflî ve en alçak bir his ile vücudlarını istiskal etmek, sebeb-i hayatın olan o muhterem zatların mevtlerini arzu etmek gibi vahşi, kederli, ruhânî bir elemdir.
Evlâdına muhabbet ise: Cenâb-ı Hakk'ın senin nezaretine ve terbiyene emanet ettiği sevimli, ünsiyetli o mahluklara muhabbet ise; saadetli bir muhabbet, bir ni'mettir. Ne musibetleriyle fazla elem çekersin, ne de ölümleriyle me'yusâne feryad edersin. Sâbıkan geçtiği gibi «Onların Hâlıkları hem Hakîm, hem Rahîm olduğundan, onlar hakkında o mevt bir saadettir» dersin. Senin hakkında da, onları sana veren Zâtın rahmetini düşünürsün. Firak eleminden kurtulursun.
Ahbablara muhabbetin ise: Mâdem «Lillah» içindir. O ahbabların firakları, hattâ ölümleri, sohbetinize ve uhuvvetinize mâni olmadığı için, o mânevî muhabbet ve ruhanî irtibattan istifade edersin. Ve mülâkat lezzeti daimî olur. «Lillah» için olmazsa, bir günlük mülâkat lezzeti, yüz günlük firak elemini netice verir. (Haşiye)
Enbiya ve Evliyâya muhabbetin ise: Ehl-i gaflete karanlıklı bir vahşetgâh görünen âlem-i berzah, o nurânîlerin vücudlarıyla tenevvür etmiş menzilgâhları Sûretinde sana göründüğü için o âleme gitmeğe tevahhuş, tedehhüş değil; belki bilakis temayül ve iştiyak hissini verir; hayat-ı dünyeviyyenin lezzetini kaçırmaz. Yoksa, onların muhabbeti, ehl-i medeniyyetin meşahir-i insâniyyeye mu-
_______________________
(Haşiye): «Lillah» için bir saniye mülâkat, bir senedir. Dünya için olsa; bir sene, bir saniyedir.
(Orjinal Sayfa: 686)
habbeti nev'inden olsa, o kâmil insanların fena ve zevallerini ve mâzi denilen mezâr-ı ekberinde çürümelerini düşünmekle, elemli hayatına bir keder daha ilâve eder. Yâni, «Öyle kâmilleri çürüten bir mezara, ben de gideceğim» diye düşünür; mezaristana endişeli bir nazarla bakar. «Ah!» çeker. Evvelki nazarda ise: Cisim libasını mâzide bırakıp, kendileri istikbal salonu olan berzah âleminde Kemâl-i rahatla ikametlerini düşünür, mezaristana ünsiyetkârane bakar.
Hem güzel şeylere muhabbetin, mâdem Sâni'leri hesabınadır. «Ne güzel yapılmışlar» tarzındadır. O muhabbetin bir leziz tefekkür olduğu halde, hüsün-perest, cemâl-perest zevkinin nazarını daha yüksek, daha mukaddes ve binler defa daha güzel cemâl mertebelerinin definelerine yol açar, baktırır. Çünki: O güzel âsârdan ef'al-i İlâhiyyenin güzelliğine intikal ettirir. Ondan esmânın güzelliğine, ondan sıfâtın güzelliğine, ondan Zât-ı Zülcelâl'in cemâl-i bîmisâline karşı kalbe yol açar. İşte bu muhabbet bu Sûrette olsa, hem lezzetlidir, hem ibâdettir ve hem tefekkürdür.
Gençliğe muhabbetin ise: Mâdem Cenâb-ı Hakk'ın güzel bir ni'meti cihetinde sevmişsin. Elbette onu ibâdette sarfedersin, sefahette boğdurup öldürmezsin... Öyle ise o gençlikte kazandığın ibâdetler, o fâni gençliğin bâki meyveleridir. Sen ihtiyarlandıkça, gençliğin iyilikleri olan bâki meyvelerini elde ettiğin halde, gençliğin zararlarından, taşkınlıklarından kurtulursun. Hem ihtiyarlıkta daha ziyade ibâdete muvaffakıyet ve merhamet-i İlâhiyyeye daha ziyade liyakat kazandığını düşünürsün. Ehl-i gaflet gibi beş-on senelik bir gençlik lezzetine mukabil, elli senede «Eyvah gençliğim gitti» diye teessüf edip, gençliğe ağlamayacaksın.
Nasılki, öylelerin birisi demiş: لَيْتَ الشَّبَابَةَ يَعُودُ يَوْمًا فَاُخْبِرُهُ بِمَا فَعَلَ الْمَشِيبُ Yâni: «Keşke gençliğim bir gün dönse idi; ihtiyarlık benim başıma neler getirdiğini şekva ederek haber verecektim.»
Bahar gibi zînetli meşherlere muhabbet ise: Mâdem san'at-ı İlâhiyyeyi seyran itibariyledır. O baharın gitmesiyle, temâşâ lezzeti zail olmaz. Çünki bahar yaldızlı bir mektub gibi, verdiği manaları her vakit temâşâ edebilirsin. Senin hayâlin ve zaman, ikisi de sinema şeridleri gibi sana o temâşâ lezzetini idame ettirmekle beraber o baharın mânalarını, güzelliklerini sana tazelendirirler.
(Orjinal Sayfa: 687)
O vakit muhabbetin esefli, elemli, muvakkat olmaz. Lezzetli, safalı olur.
Dünyaya muhabbetin ise: Mâdem Cenâb-ı Hakk'ın namınadır. O vakit dünyanın dehşetli mevcûdâtı, sana ünsiyetli bir arkadaş hükmüne geçer. Mezraa-i âhiret cihetiyle sevdiğin için, her şey'inde, âhirete faide verecek bir sermaye, bir meyve alabilirsin. Ne musibetleri sana dehşet verir, ne zeval ve fenası sana sıkıntı verir. Kemâl-i rahatla o misafirhanede müddet-i ikametini geçirirsin. Yoksa, ehl-i gaflet gibi seversen, yüz defa sana söylemişiz ki: Sıkıntılı, ezici, boğucu, fenaya mahkûm, neticesiz bir muhabbet içinde boğulur, gidersin.
İşte bâzı mahbubların, Kur'anın irşad ettiği Sûrette olduğu vakit, herbirisinden yüzde ancak bir letâfetini gösterdik. Kur'anın gösterdiği yolda olmazsa, yüzden bir mazarratına işaret ettik. Şimdi şu mahbubların dâr-ı bekada, âlem-i âhirette, Kur'an-ı Hakîm'in âyât-ı beyyinatıyla işaret ettiği neticeleri işitmek ve anlamak istersen, işte o çeşit meşrû muhabbetlerin dâr-ı âhiretteki neticelerini «Bir Mukaddeme» ve «Dokuz İşaret»le yüzden bir faidesini icmâlen göstereceğiz:
MUKADDEME: Cenâb-ı Hak celîl ulûhiyyetiyle, cemîl rahmetiyle, kebîr rubûbiyyetiyle, kerîm re'fetiyle, azîm kudretiyle, lâtif hikmetiyle, şu küçük insanın vücudunu bu kadar havas ve hissiyat ile, bu derece cevarih ve cihazat ile ve muhtelif âzâ ve âlât ile ve mütenevvi letâif ve mâneviyat ile, echiz ve tezyin etmiştir ki; tâ, mütenevvi ve pekçok âlât ile, hadsiz envâ-ı nimetini, aksâm-ı ihsanatını, tabakat-ı rahmetini, o insana ihsas etsin, bildirsin, tattırsın, tanıttırsın. Hem, tâ binbir esmâsının hadsiz envâ-ı tecelliyatlarını, insana o âlât ile, bildirsin, tarttırsın, sevdirsin. Ve o insandaki pek kesretli âlât ve cihazatın herbirisinin ayrı ayrı hizmeti, ubûdiyyeti olduğu gibi, ayrı ayrı lezzeti, elemi, vazifesi ve mükâfatı vardır. Meselâ: Göz, Sûretlerdeki güzelliklerini ve âlem-i mubsıratta, güzel mu'cizât-ı kudretin envâını temaşa eder. Vazifesi, nazar-ı ibretle Sâniine şükrandır. Nazara mahsus lezzet ve elem mâlûmdur, târife hâcet yok. Meselâ: Kulak, sadaların envâ'larını, lâtif nağmelerini ve mesmûat âleminde Cenâb-ı Hakk'ın letâif-i rahmetini hisseder. Ayrı bir ubûdiyyet, ayrı bir lezzet, ayrı da bir mükâfatı var. Meselâ kuvve-i şâmme, kokular taifesindeki letâif-i rahmeti hisseder. Kendine mahsus bir vazife-i şükrâniyyesi, bir
(Orjinal Sayfa: 68
lezzeti vardır. Elbette mükâfatı dahi vardır. Meselâ; dildeki kuvve-i zâika, bütün mat'umâtın ezvâkını anlamakla gâyet mütenevvi bir şükr-ü mânevî ile vazife görür ve hâkezâ... Bütün cihazat-ı insâniyyenin ve kalb ve akıl ve ruh gibi büyük ve mühim letâifin böyle ayrı ayrı vazifeleri, lezzetleri ve elemleri vardır.
İşte Cenâb-ı Hak ve Hakîm-i Mutlak, bu insanda istihdam ettiği bu cihazatın elbette her birerlerine lâyık ücretlerini verecektir. O müteaddid envâ-ı muhabbetin sâbıkan Beyân edilen dünyadaki muaccel neticelerini, herkes vicdan ile hisseder ve bir hads-i sadık ile isbat edilir. Âhiretteki neticeleri ise: Kat'iyen vücudları ve tahakkukları, icmâlen Onuncu Söz'ün oniki hakikat-ı katıa-i sâtıasıyla ve Yirmidokuzuncu Söz'ün Altı Esâs-ı bâhiresiyle isbat edildiği gibi, tafsîlen اَصْدَقُالْكَلاَمِوَاَبْلَغُالنِّظَامِكَلاَمُاللّهِالْمَلِكِالْعَزِيزِالْعَلاَّمِ olan Kur'an-ı Hakîm'in âyât-ı beyyinâtıyla tasrih ve telvih ve remiz ve işârâtıyla kat'iyen sabittir. Daha uzun bürhânları getirmeğe lüzum yok. Zaten başka Sözlerde ve Cennete dair Yirmisekizinci Söz'ün arabî olan ikinci makamında ve Yirmidokuzuncu Söz'de çok bürhânlar geçmiştir.
BİRİNCİ İŞARET: Leziz taamlara, hoş meyvelere şâkirane muhabbet-i meşruânın uhrevî neticesi, Kur'anın nassıyla, Cennet'e lâyık bir tarzda leziz taamları, güzel meyveleridir. Ve o taamlara ve o meyvelere müştehiyane bir muhabbettir. Hattâ dünyada yediğin meyve üstünde söylediğin «Elhamdülillâh» kelimesi, cennet meyvesi olarak tecessüm ettirilip sana takdim edilir. Burada meyve yersin, orada «Elhamdülillâh» yersin. Ve ni'mette ve taam içinde in'âm-ı İlâhîyi ve iltifat-ı Rahmânî'yi gördüğünden o lezzetli şükr-ü mânevî, Cennette gâyet leziz bir taam sûretinde sana verileceği, hadîsin nassıyla, Kur'anın işarâtıyla ve hikmet ve rahmetin iktizasıyla sabittir.
İKİNCİ İŞARET: Dünyada meşrû bir Sûrette nefsine muhabbet, yâni mehâsinine bina edilen muhabbet değil, belki noksaniyetlerini görüp, tekmil etmeğe bina edilen şefkat ile onu terbiye etmek ve onu hayra sevketmek neticesi, o nefse lâyık mahbubları,
(Orjinal Sayfa: 689)
Cennette veriyor. Nefis, mâdem dünyada hevâ ve hevesini Cenâb-ı Hak yolunda hüsn-ü istîmal etmiş. Cihazatını, duygularını hüsn-ü Sûretle istihdam etmiş. Kerîm-i Mutlak, ona dünyadaki meşrû ve ubûdiyetkârane muhabbetin neticesi olarak Cenne'te, Cennetin yetmiş ayrı ayrı envâ-ı zînet ve letâfetinin nümuneleri olan yetmiş muhtelif hulleyi giydirip, nefisteki bütün hâsseleri memnun edecek, okşayacak yetmiş envâ-ı hüsün ile vücudunu süslendirip; herbiri, ruhlu küçük birer cennet hükmünde olan hûrîleri, o dâr-ı bekada vereceği, pekçok âyât ile tasrih ve isbat edilmiştir.
Hem dünyada gençliğe muhabbet, yâni ibâdette gençlik kuvvetini sarfetmenin neticesi: Dâr-ı saadette ebedî bir gençliktir.
ÜÇÜNCÜ İŞARET: Refika-i hayatına meşrû dairesinde, yâni, lâtif şefkatine, güzel hasletine, hüsn-ü sîretine binaen samimî muhabbet ile, refika-i hayatını da nâşizelikten, sâir günahlardan muhafaza etmenin netice-i uhreviyesi ise: Rahîm-i Mutlak, o refika-i hayatı, hurîlerden daha güzel bir Sûrette ve daha zînetli bir tarzda, daha cazibedâr bir şekilde, ona dâr-ı saadette ebedî bir refika-i hayatı ve dünyadaki eski maceraları birbirine mütelezzizane nakletmek ve eski hatıratı birbirine tahattur ettirecek enîs, lâtif, ebedî bir arkadaş, bir muhib ve mahbub olarak verileceğini vâdetmiştir. Elbette vâdettiği şeyi kat'î verecektir.
DÖRDÜNCÜ İŞARET: Valideyn ve evlâda muhabbet-i meşrûanın neticesi: (Nass-ı Kur'an ile) Cenâb-ı Erhamürrâhimîn, onların makamları ayrı ayrı da olsa yine o mes'ûd âileye sâfi olarak lezzet-i sohbeti, cennete lâyık bir hüsn-ü muaşeret Sûretinde, dâr-ı bekada ebedî mülâkat ile ihsan eder. Ve onbeş yaşına girmeden, yâni hadd-i bülûğa vasıl olmadan vefat eden çocuklar, وِلْدَانٌمُخَلّدُونَ ile tâbir edilen cennet çocukları şeklinde ve cennete lâyık bir tarzda gâyet süslü, sevimli bir Sûrette, onları cennette dahi peder ve validelerinin kucaklarına verir. Veledperverlik hislerini memnun eder. Ebedî o zevki ve o lezzeti onlara verir. Zira çocuklar sinn-i teklife girmediklerinden; ebedî, sevimli, şirin çocuk olarak kalacaklar. Dünyadaki her lezzetli şeyin en âlâsı cennette bulunur. Yalnız çok şirin olan veledperverlik, yâni çocuklarını sevip okşamak zevki -cennet tenasül yeri olmadığın-
(Orjinal Sayfa: 690)
dan- cennette yoktur zannedilirdi. İşte bu Sûrette o dahi vardır. Hem en zevkli ve en şirin bir tarzda vardır. İşte kabl-el büluğ evlâdı vefat edenlere müjde...
BEŞİNCİ İŞARET: Dünyada «El-hubbu fillâh» hükmünce sâlih ahbablara muhabbetin neticesi: cennette عَلَىسُرُرٍمُتَقَابِلِينَ ile tâbir edilen: karşı karşıya kurulmuş cennet iskemlelerinde oturup hoş, şirin, güzel, tatlı bir Sûrette, dünya maceralarını ve kadîm olan hâtıratlarını birbirine nakledip eğlendirmeleri Sûretinde; firaksız, sâfi bir muhabbet ve sohbet Sûretinde ahbablarıyle görüştüreceği, Kur'anın nassıyla sabittir.
ALTINCI İŞARET: Enbiya ve evliyaya Kur'anın târif ettiği tarzda muhabbetin neticesi: O enbiya ve evliyanın şefaatlarından berzahta, haşirde istifade etmekle beraber; gâyet ulvî ve onlara lâyık makam ve füyûzattan o muhabbet vasıtasıyla istifaza etmektir.
Evet اَلْمَرْءُمَعَمَنْاَحَبَّ sırrınca, âdi bir adam, en yüksek bir makama, muhabbet ettiği âlî makam bir zâtın tebaiyetiyle girebilir.
YEDİNCİ İŞARET: Güzel şeylere ve bahara meşrû muhabbetin, yâni «ne kadar güzel yapılmış» nazar ile, o âsârın arkasındaki ef'âlin güzelliğini ve intizâmını ve intizâm-ı ef'al arkasındaki güzel Esmânın cilvelerini ve o güzel Esmânın arkasında sıfâtın tecelliyatını ve hâkezâ... sevmekliğin neticesi ise: Dâr-ı bekada o güzel gördüğü masnûattan bin def'a daha güzel bir tarzda Esmânın cilvesini ve Esmâ içindeki cemâl ve sıfâtını, cennette görmektir. Hattâ İmam-ı Rabbânî (Radıyallahü Anhü demiş ki: «Letâif-i Cennet, cilve-i esmânın temessülâtıdır.» Teemmel!..
SEKİZİNCİ İŞARET: Dünyada, dünyanın âhiret mezraası ve Esmâ-i İlahiye âyinesi olan iki güzel yüzüne karşı mütefekkirane muhabbetin uhrevî neticesi: Dünya kadar, fakat fâni dünya gibi fâni değil, bâki bir cennet verilecektir. Hem dünyada yalnız zaîf gölgeleri gösterilen Esmâ, o cennetin âyinelerinde en şaşaalı bir Sûrette gösterilecektir. Hem dünyayı, mezraa-i âhiret yüzünde sevmenin neticesi: Dünyayı, fidanlık, yâni: Ancak fidanları bir derece
(Orjinal Sayfa: 691)
yetiştiren küçük bir mezraası hükmünde olacak öyle bir cenneti verecek ki: Dünyada havas ve hissiyat-ı insâniye, küçük fidanlar olduğu halde, cennette en mükemmel bir sûrette inkişaf ve dünyada tohumcuklar hükmünde olan istîdadları, envâ-ı lezâiz ve kemâlât ile sünbüllenecek sûrette ona verileceği, rahmetin ve hikmetin muktezası olduğu gibi, hadîsin nususuyla ve Kur'anın işârâtıyle sabittir. Hem mâdem dünyanın; her hatânın başı olan mezmum muhabbeti değil, belki Esmâya ve âhirete bakan iki yüzünü, Esmâ ve âhiret için sevmiş ve ibâdet-i fikriyye ile o yüzleri mâmur etmiş, güya bütün dünyasıyla ibâdet etmiş. Elbette dünya kadar bir mükâfat alması, mukteza-yı rahmet ve hikmettir. Hem mâdem âhiretin muhabbetiyle onun mezraasını sevmiş ve Cenâb-ı Hakk'ın muhabbetiyle âyine-i Esmâsını sevmiş. Elbette dünya gibi bir mahbub ister. O da, dünya kadar bir Cennet'tir.
Sual: O kadar büyük ve hâlî bir Cennet neye yarar?
Elcevab: Nasılki eğer mümkin olsa idi, hayal sür'atiyle zeminin aktarını ve yıldızların ekserini gezsen, «Bütün âlem benimdir» diyebilirsin. Melâike ve insan ve hayvanların iştirâkleri, senin o hükmünü bozmaz. Öyle de: O cennet dahi dolu olsa, «O cennet benimdir» diyebilirsin. Hadîste «Bâzı ehl-i cennete verilen beşyüz senelik bir cennet» sırrı, Yirmisekizinci Söz'de ve İhlas Lem'asında Beyân edilmiştir.
DOKUZUNCU İŞARET: İman ve muhabbetullahın neticesi: Ehl-i keşif ve tahkîkin ittifakıyla; dünyanın bin sene hayat-ı mes'ûdânesi, bir saatine değmeyen cennet hayatı.. ve cennet hayatının dahi bin senesi, bir saat müşahedesine değmeyen bir kudsî, münezzeh cemâl ve kemâl sahibi olan Zât-ı Zülcelâl'in müşahedesi, rü'yetidir ki: (Haşiye) hadîs-i kat'î ile ve Kur'anın nassıyle sabittir. Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm gibi muhteşem bir kemâl ile meşhur bir zâtın rü'yetine iştiyaklı bir merak, Hazret-i Yûsuf Aleyhisselâm gibi bir cemâl ile mümtaz bir zâtın şuhuduna meraklı bir iştiyak; herkes vicdanen hisseder. Acaba dünyanın bütün mehâsin ve Kemâlâtından binler derece yüksek olan cennetin bütün me-...

Cevapla:

Nickin:

 Metin rengi:

 Metin büyüklüğü:
Tag leri kapat



Bütün konular: 366
Bütün postalar: 376
Bütün kullanıcılar: 13
Şu anda Online olan (kayıtlı) kullanıcılar: Hiçkimse crying smiley
 
 
  Bugün Sitemize 33849 ziyaretçi (90980 klik) Burdaydı! 2008 © Copyright ßy KaRaKuLe~DeVReM ® Tüm HakLar sakLıdır.  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol