islamsevdasi
  Forum
 
=> Daha kayıt olmadın mı?

Sitemize Üye OLduğunuz İçin Teşekür Ederiz.Üye OLmak için Daha kayıt olmadın mı? TıKlayınız!!!

Forum - Otuzüçüncü söz sözler 33. söz -B-

Burdasın:
Forum => Risale-i Nur => Otuzüçüncü söz sözler 33. söz -B-

<-Geri

 1 

Devam->


Haci
(şimdiye kadar 230 posta)
13.07.2008 15:12 (UTC)[alıntı yap]
(Orjinal Sayfa: 71
şıyla bir Hayy-ı Kayyûm'u bütün esmâ ve şuunâtı ile bildirir. Çünki hayat, pekçok sıfâtın memzuç bir macunu hükmünde bir ziya, bir tiryaktır. Elvan-ı seb'a, ziyada; ve muhtelif edviyeler, tiryakta nasılki mümtezicen bulunur. Öyle de: Hayat dahi, pekçok sıfâttan yapılmış bir hakikattır. O hakikattaki sıfatlardan bir kısmı, duygular vasıtasıyla inbisat ederek inkişaf edip ayrılırlar. Kısm-ı ekseri ise hissiyat suretinde kendilerini ihsas ederler. Ve hayattan kaynama suretinde kendilerini bildirirler. Hem hayat, kâinatın tedbir ve idaresinde hükümferma olan rızk ve rahmet ve inâyet ve hikmeti tâzammun ediyor. Güya hayat onları arkasına takıp, girdiği yere çekiyor. Meselâ; hayat bir cisme, bir bedene girdiği vakit, Hakîm ismi dahi tecelli eder, hikmetle yuvasını güzelce yapıp tanzim eder. Aynı halde Kerîm ismi de tecelli edip, meskenini hâcâtına göre tertib ve tezyin eder. Yine aynı halde Rahîm isminin cilvesi görünüyor ki, o hayatın devam ve kemâli için türlü türlü ihsanlarla taltif eder. Yine aynı halde Rezzak isminin cilvesi görünüyor ki, o hayatın bekasına ve inkişafına lâzım maddî, mânevî gıdaları yetiştiriyor. Ve kısmen bedeninde iddihar ediyor. Demek hayat bir nokta-i mihrakıye hükmünde; muhtelif sıfât birbiri içine girer, belki birbirinin aynı olur. Güya hayat tamamıyla hem ilimdir, aynı halde kudrettir, aynı halde de hikmet ve rahmettir ve hâkezâ... İşte hayat bu câmi' mahiyeti itibariyle şuûn-u zâtiye-i Rabbâniyeye âyinedârlık eden bir âyine-i Samediyettir. İşte bu sırdandır ki: Hayy-ı Kayyûm olan Zât-ı Vâcib-ül Vücud, hayatı pek çok kesretle ve mebzuliyetle halkedip, neşir ve teşhir eder. Ve herşeyi, hayatın etrafına toplattırıp, ona hizmetkâr eder. Çünki: Hayatın vazifesi büyüktür. Evet, Samediyetin âyinesi olmak kolay bir şey değil, âdi bir vazife değil.
İşte göz önünde her vakit gördüğümüz bu hadd ü hesaba gelmeyen yeni yeni hayatlar ve hayatların asılları ve zâtları olan ruhlar, birden ve hiçten vücuda gelmeleri ve gönderilmeleri, bir Zât-ı Vâcib-ül Vücud ve Hayy-ı Kayyum'un vücub-u vücudunu ve sıfât-ı kudsiyesini ve esmâ-i hüsnâsını; lemaâtın, güneşi gösterdiği gibi gösteriyorlar. Güneşi tanımayan ve kabûl etmeyen adam, nasıl gündüzü dolduran ziyayı inkâr etmeye mecbur oluyor. Öyle de: Hayy-ı Kayyum, Muhyî ve Mümît olan Şems-i Ehadiyeti tanımayan adam, zeminin yüzünü belki mâzi ve müstakbeli dolduran zîhayatların vücudunu inkâr etmeli ve yüz derece hayvandan aşağı düşmeli. Hayat mertebesinden düşüp câmid bir câhil-i echel olmalı.
(Orjinal Sayfa: 719)
Yirmidördüncü Pencere
لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ كُلُّ شَيْءٍ هَالِكٌ اِلاَّ وَجْهَهُ لَهُ الْحُكْمُ وَ اِلَيْهِ تُرْجَعُونَ
Mevt, hayat kadar bir bürhân-ı rubûbiyettir. Gâyet kuvvetli bir hüccet-i vahdâniyettir. اَلَّذِىخَلَقَاْلمَوْتَوَاْلحَيَوةَ delâletince, mevt; adem, idam, fena, hiçlik, fâilsiz bir inkıraz değil, belki bir Fâil-i Hakîm tarafından hizmetten terhis ve tahvil-i mekân ve tebdil-i beden ve vazifeden paydos ve haps-i bedenden âzad etmek ve muntâzam bir eser-i hikmet olduğu, Birinci Mektub'da gösterilmiştir. Evet, nasıl zemin yüzündeki masnûat ve zîhayatlar, ve hayattar zemin yüzü, bir Sâni'-i Hakîm'in vücub-u vücuduna ve vahdâniyetine şehadet ediyorlar. Öyle de: O zîhayatlar, ölümleriyle bir Hayy-ı Bâkî'nin sermediyyetine ve vâhidiyyetine şehadet ediyorlar. Yirmiikinci Söz'de; mevt, gâyet kuvvetli bir bürhân-ı vahdet ve bir hüccet-i sermediyet olduğu isbat ve izah edildiğinden, şu bahsi o söze havale edip yalnız mühim bir nüktesini Beyân edeceğiz. Şöyle ki:
Nasıl zîhayatlar, vücudları ile bir Vâcib-ül Vücud'un vücuduna delâlet ediyorlar. Öyle de: O zîhayatlar, ölümleri ile bir Hayy-ı Bâkî'nin sermediyyetine, vâhidiyyetine şehadet ediyorlar. Meselâ; yalnız birtek zîhayat olan zemin yüzü, intizâmatı ile, ahvâliyle Sânii gösterdiği gibi, öldüğü vakit; yâni kış, beyaz kefeni ile ölmüş o zemin yüzünü kapaması ile nazar-ı beşeri ondan çeviriyor. Veyahut nazar, o giden bahar cenazesinin arkasından mâziye gider, daha geniş bir manzarayı gösterir. Yâni herbiri birer mu'cize-i kudret olan zemin dolusu bütün geçen baharlar misillü yeni gelecek birer hârika-i kudret ve birer hayattar zemin olan, bahar dolusu hayattar mevcûdât-ı arziyenin gelmelerini ihsas ve vücudlarına şehadet ettiklerinden; öyle geniş bir mikyasta, öyle parlak bir Sûrette, öyle kuvvetli bir derecede bir Sâni-i Zülcelâl'in bir Kadîr-i Zülkemâl'in, bir Kayyum-u Bâkînin, bir Şems-i Sermedî'nin vücub-u vücuduna ve vahdetine ve beka ve sermediyyetine şehadet ederler ve öyle parlak
(Orjinal Sayfa: 720)
delâili gösterirler ki, ister istemez bedâhet derecesinde «Âmentü Billâh-il-Vâhid-il-Ehad» dedirtir.
Elhâsıl: وَيُحْيِىاْلاَرْضَبَعْدَمَوْتِهَا sırrınca; hayattar bu zemin, bir baharda Sâni'a şehadet ettiği gibi; onun ölmesiyle, zamanın geçmiş ve gelecek iki kanadına dizilmiş mu'cizât-ı kudretine nazarı çeviriyor. Bir bahar yerine binler baharı gösteriyor. Bir mu'cize yerine binler mu'cizât-ı kudretine işaret eder. Ve onlardan her bahar, şu hâzır bahardan daha kat'î şehadet eder. Çünki mâzi tarafına geçenler, zâhirî esbablarıyla beraber gitmişler; arkalarında, yine kendileri gibi başkalar yerlerine gelmişler. Demek esbab-ı zâhiriye hiçtir. Yalnız bir Kadîr-i Zülcelâl, onları halkedip, hikmetiyle esbaba bağlayarak gönderdiğini gösteriyor. Ve gelecek zamanda dizilmiş hayattar olan zemin yüzleri ise, daha parlak şehadet eder. Çünki: Yeniden, yoktan, hiçten yapılıp gönderilecek, yere konup vazife gördürüp sonra gönderilecekler.
İşte ey tabiata saplanan ve bataklıkta boğulmak derecesine gelen gafil! Bütün mâzi ve müstakbele ulaşacak hikmetli ve kudretli mânevî el sahibi olmayan bir şey, nasıl bu zeminin hayatına karışabilir! Senin gibi hiç ender hiç olan tesadüf ve tabiat buna karışabilir mi! Kurtulmak istersen: «Tabiat, olsa olsa bir defter-i kudret-i İlâhiyyedir. Tesadüf ise, cehlimizi örten gizli bir hikmet-i İlâhiyyenin perdesidir» de, hakikata yanaş.
Yirmibeşinci Pencere
Nasılki, madrub, elbette dâribe delâlet eder. San'atlı bir eser, san'atkârı îcab eder. Veled, vâlidi iktiza eder. Tahtiyyet, fevkıyyeti istilzam eder ve hâkezâ... Bütün umûr-u izâfiye tâbir ettikleri biri birisiz olmayan evsaf-ı nisbiyye misillü şu kâinatın cüz'iyyatında ve heyet-i umumiyesinde görünen imkân dahi, vücûbu gösterir. Ve bütün onlarda görünen infial, bir fiili gösterir. Ve umumunda görünen mahlûkıyyet, Hâlıkıyyeti gösterir. Ve umumunda görünen kesret ve terkib, vahdeti istilzam eder. Ve vücub ve fiil ve hâlıkıyet ve vahdet, bilbedâhe ve bizzarure; mümkin, münfail, kesîr, mürekkeb, mahlûk olmayan, vâcib ve fâil, vâhid ve hâlık olan mevsuflarını ister. Öyle ise; bilbedâhe bütün kâinattaki bütün imkânlar,
(Orjinal Sayfa:721)
bütün infialler, bütün mahlûkıyyetler, bütün kesret ve terkibler bir Zât-ı Vâcib-ül Vücûd, Fa'âlün-Limâ Yürîd, Hâlik-ı Külli Şey'e, Vâhid-i Ehade şehadet eder.
Elhasıl: Nasıl imkândan vücub görünüyor. İnfialden fiil, ve kesretten vahdet; bunların vücudu, onların vücuduna kat'iyen delâlet eder. Öyle de: Mevcûdât üstünde görünen mahlûkıyyet ve merzûkıyyet gibi sıfatlar dahi, Sâniiyyet, Rezzakıyyet gibi şeinlerin vücutlarına kat'î delâlet ediyor. Şu sıfâtın vücudu dahi, bizzarure ve bilbedâhe bir Hallâk ve bir Rezzak Sâni'-i Rahîm'in vücuduna delâlet eder. Demek herbir mevcûd, taşıdığı yüzler bu çeşit sıfatlar lisanı ile, Zât-ı Vâcib-ül Vücud'un yüzler Esmâ-i Hüsnâsına şehadet ederler. Bu şehadetler, kabûl edilmezse, mevcûdâtın bütün bu çeşit sıfatlarını inkâr etmek lâzım gelir...
Yirmialtıncı Pencere (Haşiye)
Şu kâinatın mevcudatı yüzünde tazelenen ve gelip geçen cemâller ve hüsünler; bir Cemâl-i Sermedî cilvelerinin bir nevi gölgeleri olduğunu gösterir. Evet, ırmağın yüzündeki kabarcıkların parlayıp gitmesinden sonra arkadan gelenlerin gidenler gibi parlamaları, daimî bir şemsin şuâlarının âyineleri olduklarını gösterdikleri gibi; seyyal zaman ırmağında, seyyar mevcudatın üstünde parlayan lemaât-ı cemâliyye dahi, bir cemal-î sermedîye işaret ederler ve onun bir nevi emâreleridirler. Hem kâinat kalbindeki ciddî aşk, bir Mâşuk-u Lâyezâlî'yi gösterir. Evet, ağacın mahiyetinde olmayan bir şey, esâslı bir surette meyvesinde bulunmadığı delâletiyle; şecere-i kâinatın hassas meyvesi olan nev'-i insandaki ciddî aşk-ı lâhûtî gösterir ki, bütün kâinatta -fakat başka şekillerde- hakikî aşk ve muhabbet bulunuyor. Öyle ise kalb-i kâinattaki şu hakikî muhabbet ve aşk, bir Mahbub-u Ezelî'yi gösterir. Hem kâinatın sinesinde çok suretlerde tezahür eden incizablar, cezbeler, cazibeler; ezelî bir hakikat-ı câzibedârın cezbiyle olduğunu hüşyar kalblere gösterir. Hem mahlûkatın en hassas ve nuranî taifesi olan ehl-i keşf ve velâyetin ittifakıyla, zevk ve şuhuda istinad ederek: Bir Cemîl-i Zülcelâl'in cilvesine, tecellisine mazhar olduklarını ve o Ce-
________________________________
(Haşiye): Şu pencerenin umuma değil, ehl-i kalbe ve ehl-i muhabbete hususiyyeti var.
(Orjinal Sayfa:722)
lîl-i Zülcemâl'in (kendini) tanıttırılmasına ve sevdirilmesine zevk ile muttali olduklarını, müttefikan haber vermeleri, yine bir Zât-ı Vâcib-ül Vücud'un, bir Cemil-i Zülcelâl'in vücuduna ve insanlara kendini tanıttırmasına kat'iyen şehadet eder. Hem kâinat yüzünde ve mevcûdât üstünde işleyen kalem-i tahsin ve tezyin; o kalem sahibi zâtın esmâsının güzelliğini vâzıhan gösteriyor. İşte kâinat yüzündeki cemâl ve kalbindeki aşk ve sinesindeki incizab ve gözlerindeki keşf ve şuhud ve hey'âtındaki hüsün ve tezyinat; pek lâtif, nurani bir pencere açar. Onun ile, bütün esması cemîle bir Cemil-i Zülcelâl'i ve bir Mahbub-u Lâyezalî'yi ve bir Mâbud-u Lemyezel'i, hüşyar olan akıl ve kalblere gösterir. İşte ey maddiyat karanlığında, evham zulümatında, boğucu şübehat içinde çırpınan gafil! Kendine gel. İnsaniyete lâyık bir Sûrette yüksel. Şu dört delik ile bak; cemâl-i vahdeti gör, kemâl-i îmânı kazan, hakikî insan ol!..
Yirmiyedinci Pencere
اَللّهُ خَالِقُ كُلِّ شَيْءٍ وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ وَكِيلٌ
Kâinatta, «esbab ve müsebbebat» görünen eşyaya bakıyoruz, ve görüyoruz ki: En âlâ bir sebeb, en âdi bir müsebbebe kuvveti yetmiyor. Demek esbab bir perdedir. Müsebbebleri yapan başkadır. Meselâ; hadsiz masnûattan yalnız cüz'î bir misâl olarak insan başı içinde bir hardal küçüklüğünde bir yerde yerleştirilen kuvve-i hâfızaya bakıyoruz. Görüyoruz ki: Öyle bir câmi' kitap, belki kütübhane hükmündedir ki, bütün sergüzeşt-i hayatı, içinde karıştırılmaksızın yazılıyor.
Acaba şu mû'cize-i kudrete hangi sebeb gösterilebilir! Telâfif-i dimağiye mi? Basit, şuursuz hüceyrat zerreleri mi! Tesadüf rüzgârları mı! Halbuki o mu'cize-i san'at, öyle bir zâtın san'atı olabilir ki; beşerin Haşirde neşredilecek büyük defter-i a'mâlinden muhasebe vaktinde hatıra getirilecek ve işlediği her fiilleri yazıldığını bildirmek için bir küçük sened istinsah edip, yazıp aklının eline verecek bir Sâni-i Hakîm'in san'atı olabilir. İşte beşerin kuvve-i hâfızasına misâl olarak bütün yumurtaları, çekirdekleri, tohumları kıyas et ve bu câmi' küçücük mu'cizelere, sâir müsebbebatı da kıyas
(Orjinal Sayfa: 723)
et. Çünki; hangi müsebbebe ve masnûa baksan, o derece hârika bir san'at var ki, değil onun âdi, basit sebebi, belki bütün esbab toplansa, ona karşı izhar-ı acz edecekler. Meselâ: Büyük bir sebeb zannedilen güneşi; ihtiyarlı, şuurlu farz ederek ona denilse: «Bir sineğin vücudunu yapabilir misin?» Elbette diyecek ki: «Hâlıkımın ihsânı ile dükkânımda ziya, renkler, hararet çok. Fakat sineğin vücudunda göz, kulak, hayat gibi öyle şeyler var ki, ne benim dükkânımda bulunur ve ne de benim iktidarım dâhilindedir.»
Hem nasılki müsebbebdeki hârika san'at ve tezyinat, esbabı azledip Müsebbib-ül Esbâb olan Vâcib-ül Vücud'a işaret ederek, وَاِلَيْهِيُرْجَعُاْلاَمْرُكُلُّهُ sırrınca: Ona teslim-i umûr eder. Öyle de: Müsebbebata takılan neticeler, gayeler, faideler: Bilbedâhe perde-i esbab arkasında bir Rabb-ı Kerim'in, bir Hakîm-i Rahîm'in işleri olduğunu gösterir. Çünki; şuursuz esbab, elbette bir gayeyi düşünüp çalışmaz. Halbuki görüyoruz: Vücuda gelen her mahluk, bir gaye değil, belki çok gayeleri, çok faideleri, çok hikmetleri tâkib ederek vücuda geliyor. Demek bir Rabb-ı Hakîm ve Kerîm, o şeyleri yapıp gönderiyor. O faideleri onlara gaye-i vücud yapıyor. Meselâ, yağmur geliyor. Yağmuru zâhiren intac eden esbab; hayvanatı düşünüp, onlara acıyıp merhamet etmekten ne kadar uzak olduğu mâlûmdur. Demek hayvanatı halkeden ve rızıklarını taahhüd eden bir Hâlık-ı Rahîm'in hikmetiyle imdada gönderiliyor. Hattâ yağmura, «rahmet» deniliyor. Çünki çok âsâr-ı rahmet ve faideleri tâzammun ettiğinden, güya yağmur şeklinde rahmet tecessüm etmiş, takattur etmiş, katre katre geliyor. Hem bütün mahlukatın yüzüne tebessüm eden bütün zînetli nebâtat ve hayvanattaki tezyînat ve gösterişler, bilbedâhe perde-i gayb arkasında bu süslü ve güzel san'atlar ile kendini tanıttırmak ve sevdirmek ve bildirmek isteyen bir Zât-ı Zülcelâl'in vücub-u vücuduna ve vahdetine delâlet ederler. Demek eşyadaki süslü vaziyetler, gösterişli keyfiyetler, tanıttırmak ve sevdirmek sıfatlarına kat'iyen delâlet eder. Sevdirmek ve tanıttırmak sıfatları ise, bilbedâhe Vedûd, Mâruf bir Sâni-i Kadîr'in vücub-u vücuduna ve vahdetine şehadet eder.
Elhasıl: Sebeb, gâyet âdi, âciz ve ona isnad edilen müsebbeb ise, gâyet san'atlı ve kıymetli olduğundan, sebebi azleder. Hem müsebbebin gayesi, faidesi dahi, câhil ve câmid olan esbabı ortadan
(Orjinal Sayfa: 724)
atar, bir Sâni-i Hakîm'in eline teslim eder. Hem müsebbebin yüzündeki tezyinat ve meharetler, kendi kudretini zîşuurlara bildirmek isteyen ve kendini sevdirmek arzu eden bir Sâni'-i Hakîm'e işaret eder.
Ey esbab-perest bîçâre! Bu üç mühim hakikatı ne ile îzah edebilirsin? Sen nasıl kendini kandırabilirsin? Aklın varsa, esbab perdesini yırt. «Vahdehû lâ şerîke leh» de, hadsiz evhamdan kurtul.
Yirmisekizinci Pencere
وَمِنْ آيَاتِهِ خَلْقُ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ وَاخْتِلاَفُ اَلْسِنَتِكُمْ وَ اَلْوَانِكُمْ اِنَّ فِى ذلِكَ َلآيَاتٍ لِلْعَالِمِينَ{
Şu kâinata bakıyoruz, görüyoruz ki: Hüceyrat-ı bedenden tut, tâ mecmu-u âleme şâmil bir hikmet ve tanzim var. Hüceyrat-ı bedene bakıyoruz, görüyoruz ki: Mesâlih-i bedeni gören ve idare eden birisinin emriyle, kanunuyla o küçücük hüceyrelerde ehemmiyetli bir tedbir var. Mideye, nasıl bir kısım rızk, iç yağı suretinde iddihar olunup vakt-i hâcette sarfedilir. Aynen o küçücük hüceyrelerde de, o tasarruf ve iddihar var. Nebâtata bakıyoruz, gâyet hakîmane bir terbiye, bir tedbir görünüyor. Hayvanata bakıyoruz; nihayet derecede kerîmane bir terbiye ve iaşe görüyoruz. Kâinatın erkân-ı azîmesine bakıyoruz; mühim gayeler için haşmetkârane bir tedvir ve tenvir görüyoruz. Âlemin mecmuuna bakıyoruz; muntâzam bir memleket, bir şehir, bir saray hükmünde âli hikmetler, galî gayeler için mükemmel bir tanzîmat görüyoruz. (Otuzikinci Söz'ün Birinci Mevkıfında îzah ve isbat edildiği üzere) bir zerreden tut, tâ yıldızlara kadar zerre mikdar şirke yer bırakmıyor. Öyle birbirlerine mânen münasebetdardırlar ki; bütün yıldızları müsahhar etmeyen ve elinde tutmayan, bir zerreye rubûbiyetini dinlettiremez. Bir zerreye hakikî Rab olmak için, bütün yıldızlara sahib olmak lâzım gelir. Hem (Otuzikinci Söz'ün İkinci Mevkıfında îzah ve isbat edildiği üzere) semâvatın halk ve tesviyesine muktedir olmayan, beşerin sîmasındaki teşahhusu yapamaz. Demek bütün semâvatın Rabbı ol-
(Orjinal Sayfa: 725)
mıyan, birtek insanın sîmâsındaki alâmet-i fârika olan nakş-ı sîmavîyi yapamaz. İşte kâinat kadar büyük bir pencere ki; onunla bakılsa اَللّهُ خَالِقُ كُلِّ شَيْءٍ وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ وَكِيلٌ لَهُ مَقَالِيدُ السَّموَاتِ وَ اْلاَرْضِ âyetleri, büyük harflerle kâinat sahifelerinde yazılı olduğu, akıl gözüyle de görülecek. Öyle ise: Görmeyenin ya aklı yok, ya kalbi yok. Veya insan Sûretinde bir hayvandır!
Yirmidokuzuncu Pencere
وَ اِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
Bir bahar mevsiminde, garîbâne, mütefekkirâne seyahatâ gidiyordum. Bir tepeciğin eteğinden geçerken, parlak bir sarıçiçek nazarıma ilişti. Eskiden vatanımda ve sâir memleketlerde gördüğüm o cins sarıçiçekleri derhâtır ettirdi. Şöyle bir mâna kalbe geldi ki: Bu çiçek kimin turrası ise, kimin sikkesi ise ve kimin mührü ise ve kimin nakşı ise, elbette bütün zemin yüzündeki o nevi çiçekler, onun mühürleridir, sikkeleridir. Şu mühür tahayyülünden sonra şöyle bir tasavvur geldi ki: Nasıl bir mühür ile mühürlenmiş bir mektub; o mühür, o mektubun sahibini gösterir. Öyle de; şu çiçek, bir mühr-ü Rahmânîdir. Şu envâ-ı nakışlarla ve mânidar nebâtat satırlarıyla yazılan şu tepecik dahi, bu çiçek Sâniinin mektubudur. Hem şu tepecik dahi bir mühürdür. Şu sahra ve ova bir mektub-u Rahmânî hey'atını aldı. İşbu tasavvurdan şöyle bir hakikat zihne geldi ki: Herbir şey, bir mühr-ü Rabbânî hükmünde bütün eşyayı kendi Hâlıkına isnad eder. Kendi kâtibinin mektubu olduğunu isbat eder. İşte herbir şey, öyle bir pencere-i tevhiddir ki, bütün eşyayı bir Vâhid-i Ehad'e mal eder. Demek herbir şeyde, hususan zîhayatlarda öyle hârika bir nakış, öyle mu'cizekâr bir san'at var ki: Onu öyle yapan ve öyle mânidar nakşeden, bütün eşyayı yapabilir ve bütün eşyayı yapan, elbette O olacaktır. Demek bütün eşyayı yapamayan, birtek şey'i icad edemez.
İşte ey gafil! Şu kâinatın yüzüne bak ki: Birbiri içinde hadsiz mektûbât-ı Samedâniyye hükmünde olan sahâif-i mevcûdât ve her-
(Orjinal Sayfa: 726)
bir mektub üstünde hadsiz sikke-i tevhid mühürleriyle temhir edilmiş. Bütün bu mühürlerin şehadetlerini kim tekzib edebilir! Hangi kuvvet onları susturabilir! Kalb kulağı ile hangisini dinlesen, اَشْهَدُ اَنْ لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ dediğini işitirsin.
Otuzuncu Pencere
لَوْ كَانَ فِيهِمَا آلِهَةٌ اِلاَّ اللّهُ لَفَسَدَتَا { كُلُّ شَيْءٍ هَالِكٌ اِلاَّ وَجْهَهُ لَهُ الْحُكْمُ وَ اِلَيْهِ تُرْجَعُونَ
Şu pencere, imkân ve hudûsa müesses umum mütekellimînin penceresidir. Ve isbat-ı Vâcib-ül Vücud'a karşı caddeleridir. Bunun tafsilâtını, «Şerh-ül Mevâkıf» ve «Şerh-ül Makasıd» gibi muhakkiklerin büyük kitablarına havale ederek, yalnız Kur'anın feyzinden ve şu pencereden ruha gelen bir-iki şuâı göstereceğiz. Şöyle ki:
Âmiriyyet ve hâkimiyetin muktezâsı: Rakîb kabûl etmemektir; iştirâki reddetmektir; müdahaleyi ref'etmektir... Onun içindir ki; küçük bir köyde iki muhtar bulunsa, köyün rahatını ve nizâmını bozarlar. Bir nahiyede iki müdür, bir vilâyette iki vâli bulunsa, herc ü merc ederler. Bir memlekette iki padişah bulunsa, fırtınalı bir karmakarışıklığa sebebiyet verirler. Mâdem hâkimiyet ve âmiriyetin gölgesinin zaîf bir gölgesi ve cüz'î bir nümunesi, muavenete muhtaç âciz insanlarda böyle rakîb ve zıddı ve emsâlinin müdahalesini kabûl etmezse; acaba saltanat-ı mutlaka Sûretindeki hâkimiyet ve rububiyyet derecesindeki âmiriyyet, bir Kadîr-i Mutlak'ta ne derece o redd-i müdahale kanunu ne kadar esâslı bir surette hükmünü icra ettiğini kıyas et. Demek Ulûhiyyet ve Rububiyyetin en kat'î ve daimî lâzımı; vahdet ve infiraddır. Buna bir bürhân-ı bâhir ve şâhid-i kat'î, kâinattaki intizâm-ı ekmel ve insicam-ı ecmeldir. Sinek kanadından tut, tâ semâvat kandillerine kadar öyle bir nizâm var ki; akıl onun karşısında hayretinden ve istihsanından «Sübhânallah, Mâşâallah, Bârekâllah» der, secde eder. Eğer zerre miktar şerike yer bulunsa idi, müdahalesi olsa idi,
(Orjinal Sayfa: 727)
لَوْ كَانَ فِيهِمَا آلِهَةٌ اِلاَّ اللّهُ لَفَسَدَتَا âyet-i kerimesinin delâletiyle: Nizâm bozulacaktı, Sûret değişecekti, fesadın âsârı görünecekti. Halbuki فَارْجِعِ الْبَصَرَ هَلْ تَرَى مِنْ فُطُورٍ ثُمَّ ارْجِعِ الْبَصَرَ كَرَّتَيْنِ يَنْقَلِبْ اِلَيْكَ الْبَصَرُ خَاسِئًا وَ هُوَ حَسِيرٌ delâletiyle ve şu ifade ile nazar-ı beşer, kusuru aramak için ne kadar çabalasa, hiçbir yerde kusuru bulamayarak, yorgun olarak menzili olan göze gelip, onu gönderen münekkid akla diyecek: «Beyhude yoruldum, kusur yok» demesiyle gösteriyor ki: Nizâm ve intizâm, gâyet mükemmeldir. Demek intizâm-ı kâinat, Vahdâniyyetin kat'î şâhididir.
Gel gelelim «Hudûs»a. Mütekellimîn demişler ki:
«Âlem, mütegayyirdir. Her mütegayyir, hâdistir. Her bir hâdisin, bir muhdisi, yâni mûcidi var. Öyle ise bu kâinatın kadîm bir mûcidi var.»
Biz de deriz: Evet kâinat hâdistir. Çünki görüyoruz: Her asırda, belki her senede, belki her mevsimde bir kâinat, bir âlem gider, biri gelir. Demek bir Kadîr-i Zülcelâl var ki, bu kâinatı hiçten îcad ederek her senede belki her mevsimde, belki her günde birisini îcad eder, ehl-i şuûra gösterir ve sonra onu alır, başkasını getirir. Birbiri arkasına takıp zincirleme bir surette zamanın şeridine asıyor. Elbette bu âlem gibi birer kâinat-ı müteceddide hükmünde olan her baharda gözümüzün önünde hiçten gelen ve giden kâinatları îcad eden bir Zât-ı Kadîr'in mu'cizât-ı kudretidirler. Elbette âlem içinde her vakit âlemleri halkedip değiştiren zât, mutlaka, şu âlemi dahi O halketmiştir. Ve şu âlemi ve rûy-i zemini, o büyük misafirlere misafirhane yapmıştır.
Gelelim «İmkân» bahsine. Mütekellimîn demişler ki:
«İmkân, mütesâviy-üt tarafeyn»dir. Yâni: Adem ve vücud, ikisi de müsavi olsa; bir tahsis edici, bir tercih edici, bir mûcid lâzımdır. Çünki; mümkinat, birbirini îcad edip teselsül edemez. Ya-
(Orjinal Sayfa: 72
hut o onu, o da onu îcad edip devir suretinde dahi olamaz. Öyle ise bir Vâcib-ül Vücud vardır ki, bunları icad ediyor. Devir ve teselsülü, oniki bürhân, yâni arşî ve süllemî gibi namlar ile müsemma meşhur oniki delîl-i kat'î ile devri ibtal etmişler ve teselsülü muhal göstermişler. Silsile-i esbabı kesip, Vâcib-ül Vücûd'un vücudunu isbat etmişler.
Biz de deriz ki: Esbab, teselsülün berahini ile âlemin nihayetinde kesilmesinden ise, her şeyde Hâlık-ı Külli Şey'e has sikkeyi göstermek daha kat'î, daha kolaydır. Kur'anın feyziyle bütün Pencereler ve bütün Sözler, o esâs üzerine gitmişler. Bununla beraber imkân noktasının hadsiz bir vüs'atı var. Hadsiz cihetlerle Vâcib-ül Vücud'un vücudunu gösteriyor. Yalnız, mütekellimînin teselsülün kesilmesi yoluna, (elhak geniş ve büyük olan o caddeye) münhasır değildir. Belki hadd ü hesaba gelmeyen yollar ile, Vâcib-ül Vücud'un mârifetine yol açar. Şöyle ki:
Herbir şey, vücudunda, sıfâtında, müddet-i bekasında hadsiz imkânat, yâni gâyet çok yollar ve cihetler içinde mütereddid iken, görüyoruz ki: O hadsiz cihetler içinde vücudça muntâzam bir yolu tâkip ediyor. Herbir sıfatı da mahsus bir tarzda ona veriyor. Müddet-i bekasında bütün değiştirdiği sıfat ve haller dahi, böyle bir tahsis ile veriliyor. Demek bir muhassısın iradesiyle, bir müreccihin tercihiyle, bir mûcid-i hakîmin îcadıyladır ki: Hadsiz yollar içinde, hikmetli bir yolda onu sevkeder, muntâzam sıfâtı ve ahvâli ona giydiriyor. Sonra infiraddan çıkarıp, bir terkibli cisme cüz' yapar, imkânat ziyadeleşir. Çünki; o cisimde binler tarzda bulunabilir. Halbuki neticesiz o vaziyetler içinde, neticeli, mahsus bir vaziyet ona verilir ki; mühim neticeleri ve faideleri ve o cisimde vazifeleri gördürülüyor. Sonra o cisim dahi diğer bir cisme cüz' yaptırılıyor. İmkânat daha ziyadeleşir. Çünki: Binlerle tarzda bulunabilir. İşte o binler tarz içinde, birtek vaziyet veriliyor. O vaziyet ile mühim vazifeler gördürülüyor ve hâkezâ... Gittikçe daha ziyade kat'î bir Hakîm-i Müdebbir'in vücub-u vücudunu gösteriyor. Bir Âmir-i Alîm'in emriyle sevk edildiğini bildiriyor. Cisim içinde cisim, birbiri içinde cüz' olup giden bütün bu terkiblerde; nasıl bir nefer, takımında, bölüğünde, taburunda, alayında, fırkasında, ordusunda mütedâhil o heyetlerden herbirisine mahsus birer vazifesi, hikmetli birer nisbeti, intizâmlı birer hizmeti bulunuyor. Hem nasılki: Senin gözbebeğinden bir hüceyre; gözünde bir nisbeti ve bir vazifesi var. Senin ba-
(Orjinal Sayfa: 729)
şın heyet-i umumiyesi nisbetine dahi, hikmetli bir vazifesi ve hizmeti vardır. Zerre miktar şaşırsa, sıhhat ve idare-i beden bozulur. Kan damarlarına, his ve hareket âsablarına, hattâ bedenin heyet-i umumiyesinde birer mahsus vazifesi, hikmetli birer vaziyeti vardır. Binlerle imkânat içinde, bir Sâni'-i Hakîm'in hikmetiyle o muayyen vaziyet verilmiştir. Öyle de: Bu kâinattaki mevcûdât, herbiri kendi zâtı ile, sıfâtı ile çok imkânat yolları içinde has bir vücudu ve hikmetli bir Sûreti ve faideli sıfatları, nasıl bir Vâcib-ül Vücud'a şehadet ederler. Öyle de: Mürekkebata girdikleri vakit, herbir mürekkebde daha başka bir lisanla yine Sâniini ilân eder. Git gide, tâ en büyük mürekkebe kadar nisbeti ve vazifesi, hizmeti itibariyle Sâni-i Hakîm'in vücub-u vücuduna ve ihtiyarına ve iradesine şehadet eder. Çünki: Bir şeyi, bütün mürekkebata hikmetli münasebetleri muhafaza Sûretinde yerleştiren, bütün o mürekkebatın Hâlıkı olabilir. Demek birtek şey, binler lisanlarla ona şehadet eder hükmündedir. İşte kâinatın mevcûdâtı kadar değil, belki mevcûdâtın sıfât ve mürekkebatı adedince imkânat noktasından da Vâcib-ül Vücud'un vücuduna karşı şehadetler geliyor.
İşte ey gafil! Kâinatı dolduran bu şehadetleri, bu sadaları işitmemek.. ne derece sağır ve akılsız olmak lâzım geliyor? Haydi sen söyle!..
Otuzbirinci Pencere
لَقَدْ خَلَقْنَا اْلاِنْسَانَ فِى اَحْسَنِ تَقْوِيمٍ وَ فِى اْلاَرْضِ اَيَاتٌ لِلْمُوقِنِينَ وَ فِى اَنْفُسِكُمْ اَفَلاَ تُبْصِرُونَ
Şu pencere insan penceresidir ve enfüsîdir. Ve enfüsî cihetinde şu pencerenin tafsilâtını binler muhakkikîn-i evliyanın mufassal kitablarına havale ederek yalnız feyz-i Kur'andan aldığımız birkaç esâsa işaret ederiz. Şöyle ki:
Onbirinci Söz'de Beyân edildiği gibi: «İnsan, öyle bir nüsha-i câmiadır ki: Cenâb-ı Hak bütün esmâsını, insanın nefsi ile insana ihsas ediyor.» Tafsilâtını başka Sözlere havale edip yalnız üç noktayı göstereceğiz.
(Orjinal Sayfa: 730)
BİRİNCİ NOKTA: İnsan, üç cihetle Esmâ-i İlâhiyyeye bir âyinedir.
Birinci Vecih: Gecede zulümat, nasıl nuru gösterir. Öyle de: İnsan, za'f ve acziyle, fakr u hâcâtıyla, naks ve kusuru ile, bir Kadîr-i Zülcelâl'in kudretini, kuvvetini, gınâsını, rahmetini bildiriyor ve hâkezâ... Pek çok evsâf-ı İlâhiyyeye bu suretle âyinedârlık ediyor. Hattâ hadsiz aczinde ve nihayetsiz za'fında, hadsiz â'dasına karşı bir nokta-i istinad aramakla, vicdan daima Vâcib-ül Vücud'a bakar. Hem nihayetsiz fakrında, nihayetsiz hâcâtı içinde, nihayetsiz maksadlara karşı bir nokta-i istimdad aramağa mecbur olduğundan, vicdan daima o noktadan bir Ganiyy-i Rahîm'in dergâhına dayanır, dua ile el açar. Demek her vicdanda şu nokta-i istinad ve nokta-i istimdad cihetinde iki küçük pencere, Kadîr-i Rahîm'in bârigâh-ı rahmetine açılır, her vakit onunla bakabilir.
İkinci Vecih âyinedârlık ise: İnsana verilen nümuneler nev'inden cüz'î ilim, kudret, basar, sem', mâlikiyyet, hâkimiyyet gibi cüz'iyyat ile kâinat Mâlikinin İlmine ve Kudretine, Basarına, Sem'ine, Hâkimiyet-i Rububiyyetine âyinedârlık eder. Onları anlar, bildirir. Meselâ: «Ben nasıl bu evi yaptım ve yapmasını biliyorum ve görüyorum ve onun mâlikiyim ve idare ediyorum. Öyle de: Şu koca kâinat sarayının bir ustası var. O usta onu bilir, görür, yapar, idare eder ve hâkezâ...
Üçüncü Vecih âyinedârlık ise: İnsan, üstünde nakışları görünen Esmâ-i İlâhiyyeye âyinedârlık eder. Otuzikinci Söz'ün Üçüncü Mevkıfının başında bir nebze izâh edilen insanın mahiyet-i câmiasında nakışları zâhir olan yetmişten ziyade esmâ vardır. Meselâ: Yaradılışından Sâni', Hâlık ismini ve hüsn-ü takviminden Rahman ve Rahîm isimlerini ve hüsn-ü terbiyesinden Kerim, Lâtif isimlerini ve hâkezâ... Bütün â'za ve âlâtı ile, cihazat ve cevârihi ile, letâif ve mâneviyatı ile, havas ve hissiyatı ile ayrı ayrı esmânın ayrı ayrı nakışlarını gösteriyor. Demek nasıl esmâda bir ism-i âzam var, öyle de o esmânın nukuşunda dahi bir nakş-ı âzam var ki: O da insandır.
Ey kendini insan bilen insan! Kendini oku... Yoksa hayvan ve câmid hükmünde insan olmak ihtimali var!
(Orjinal Sayfa: 731)
İKİNCİ NOKTA: Mühim bir sırr-ı ehadiyete işaret eder. Şöyle ki:
İnsanın nasıl ruhu bütün cesedine öyle bir münasebeti var ki: Bütün â'zasını ve eczâsını birbirine yardım ettirir. Yâni, irade-i İlâhiyye cilvesi olan evâmir-i tekvîniyyeye ve o emirden vücud-u hâricî giydirilmiş bir kanun-u emrî ve Lâtife-i Rabbâniyye olan ruh, onların idaresinde onların mânevî seslerini hissetmesinde ve hâcâtlarını görmesinde birbirine mâni olmaz, ruhu şaşırtmaz. Ruha nisbeten uzak-yakın bir hükmünde. Birbirine perde olmaz. İsterse, çoğunu birinin imdadına yetiştirir. İsterse bedenin her cüz'ü ile bilebilir, hissedebilir, idare edebilir. Hattâ çok nuraniyet kesbetmiş ise, herbir cüz'ü ile görebilir ve işitebilir. Öyle de:
وَلِلَّهِاْلمَثَلُاْلاَعْلَى Cenâb-ı, Hakk'ın, mâdem Onun bir kanun-u emri olan ruh, küçük bir âlem olan insan cisminde ve â'zasında bu vaziyeti gösteriyor. Elbette âlem-i ekber olan kâinatta o Zât-ı Vâcib-ül Vücud'un irade-i külliyesine ve kudret-i mutlakasına hadsiz fiiller, hadsiz sadalar, hadsiz dualar, hadsiz işler, hiçbir cihette Ona ağır gelmez. Birbirine mâni olmaz. O Hâlık-ı Zülcelâl'i meşgul etmez, şaşırtmaz, bütününü birden görür, bütün sesleri birden işitir. Yakın uzak birdir. İsterse, bütününü birinin imdadına gönderir. Her şey ile her şey'i görebilir, seslerini işitebilir ve her şey ile herşey'i bilir ve hâkezâ...
ÜÇÜNCÜ NOKTA: Hayatın pek mühim bir mahiyeti ve ehemmiyetli bir vazifesi var. Fakat o bahis, hayat penceresinde ve Yirminci Mektub'un Sekizinci Kelimesinde tafsili geçtiğinden ona havale edip yalnız bunu ihtar ederiz ki:
Hayatta hissiyat Sûretinde kaynayan memzuç nakışlar; pekçok esmâ ve şuunât-ı zâtiyeye işaret eder. Gâyet parlak bir surette Hayy-ı Kayyûm'un şuunât-ı zâtiyesine âyinedârlık eder. Şu sırrın îzahı, Allah'ı tanımayanlara ve daha tam tasdik etmeyenlere karşı zamanı olmadığından kapıyı kapıyoruz...
(Orjinal Sayfa: 732)
OTUZİKİNCİ PENCERE
هُوَ الَّذِى اَرْسَلَ رَسُولَهُ بِالْهُدَى وَدِينِ اْلحَقِّ لِيُظْهِرَهُ عَلَى الدِّينِ كُلِّهِ وَ كَفَى بِاللَّهِ شَهِيدًا
قُلْ يَآ اَيُّهَا النَّاسُ اِنِّى رَسُولُ اللَّهِ اِلَيْكُمْ جَمِيعًا الَّذِى لَهُ مُلكُ السَّموَاتِ وَ اْلاَرْضِ لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ يُحْيِى وَ يُمِيتُ
Şu pencere, semâ-i Risaletin güneşi, belki güneşler güneşi olan Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ın penceresidir. Şu gâyet parlak ve pek büyük ve çok nuranî pencere Otuzbirinci Söz olan Mi'rac Risalesiyle, Ondokuzuncu Söz olan Nübüvvet-i Ahmediye (Aleyhissalâtü Vesselâm) Risalesinde ve ondokuz işaretli olan Ondokuzuncu Mektub'da, ne derece nuranî ve zâhir olduğu isbat edildiğinden, o iki Sözü ve o Mektubu ve o Mektubun Ondokuzuncu İşaretini bu makamda düşünüp, sözü onlara havale edip, yalnız deriz ki:
Tevhidin bir bürhân-ı nâtıkı olan Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm Risalet ve velâyet cenahlarıyla, yâni kendinden evvel bütün enbiyanın tevatürle icmâ'larını ve ondan sonraki bütün evliyanın ve asfiyanın icmâ'kârane tevatürlerini tâzammun eden bir kuvvetle bütün hayatında bütün kuvvetiyle Vahdâniyyeti gösterip ilân etmiş. Ve Âlem-i İslâmiyet gibi geniş, parlak, nuranî bir pencereyi, mârifetullaha açmıştır. İmam-ı Gazâlî, İmam-ı Rabbânî, Muhyiddin-i Arabî, Abdülkadir-i Geylânî gibi milyonlar muhakkikîn-i asfiya ve sıddıkîn o pencereden bakıyorlar, başkalarına da gösteriyorlar. Acaba böyle bir pencereyi kapatacak bir perde var mı? Ve onu ittiham edip, bu pencereden bakmayanın aklı var mı? Haydi sen söyle!
(Orjinal Sayfa: 733)
OTUZÜÇÜNCÜ PENCERE
َاْلحَمْدُ ِللَّهِ الَّذِى اَنْزَلَ عَلَى عَبْدِهِ الْكِتَابَ وَلَمْ يَجْعَلْ لَهُ عِوَجًا قَيِّمًا الر كِتَابٌ اَنْزَلْنَاهُ اِلَيْكَ لِتُخْرِجَ النّاسَ مِنَ الظُّلُمَاتِ اِلَى النُّورِ
Bütün geçmiş pencereler, Kur'an denizinden bâzı katreler olduğunu düşün. Sonra Kur'anda ne kadar âb-ı hayat hükmünde olan envar-ı tevhid var olduğunu kıyas edebilirsin. Fakat bütün o pencerelerin menbaı ve mâdeni ve aslı olan Kur'ana gâyet mücmel bir surette, gâyet basit bir tarzda bakılsa dahi, yine gâyet parlak, nuranî bir pencere-i câmiadır. O pencere ne kadar kat'î ve parlak ve nuranî olduğunu, Yirmibeşinci Söz olan İ'câz-ı Kur'an Risalesine ve Ondokuzuncu Mektub'un Onsekizinci İşaretine havale ediyoruz. Ve Kur'anı bize gönderen Zât-ı Zülcelâl'in Arş-ı Rahmânîsine niyaz edip deriz:
رَبَّنَا لاَ تُؤَاخِذْنَآ اِنْ نَسِينَآ اَوْ اَخْطَاْنَا رَبَّنَا لاَ تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ اِذْ هَدَيْتَنَا رَبَّنَا تَقَبَّلْ مِنَّآ اِنَّكَ اَنْتَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ وَ تُبْ عَلَيْنَآ اِنَّكَ اَنْتَ التّوّابُ الرّحِيمُ
(Orjinal Sayfa: 734)
İHTAR
Şu Otuzüç Pencereli olan Otuzüçüncü Mektub, îmanı olmayanı inşâallah îmana getirir. îmânı zaîf olanın îmanını kuvvetleştirir. Îmânı kavî ve taklidî olanın îmânını tahkikî yapar. Îmanı tahkikî olanın îmânını genişlendirir. Îmânı geniş olana bütün kemalât-ı hakîkiyyenin medarı ve esası olan mârifetullahta terakkiyat verir; daha nuranî, daha parlak manzaraları açar. İşte bunun için, «Bir pencere bana kâfi geldi, yeter» diyemezsin. Çünki: Senin aklına kanaat geldi, hissesini aldı ise; kalbin de hissesini ister. Ruhun da hissesini ister. Hattâ hayal de o nurdan hissesini isteyecek. Binaenaleyh herbir pencerenin ayrı ayrı faideleri vardır.
Mi'rac Risalesi'nde asıl muhatâb, mü'min idi; mülhid ikinci derecede istima' makamında idi. Şu risalede ise muhatâb, münkirdir; istima' makamlarında mü'mindir. Bunu düşünüp öylece bakmalı.
Fakat maatteessüf mühim bir sebebe binaen şu mektub gâyet sür'atle yazıldığından ve hattâ müsvedde halinde kaldığından, elbette bana ait olan tarz-ı ifadede müşevveşiyet ve kusurlar olacaktır. Nazar-ı müsamaha ile bakmalarını ve ellerinden gelirse ıslahlarını ve mağfiret ile bana dua eylemelerini ihvanlarımdan isterim.
وَالسَّلاَمُ عَلَى مَنِ اتَّبَعَ الْهُدَى وَالْمَلاَمُ علَى مَنِ اتَّبَعَ الْهَوَى
سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
اَللَّهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّمْ عَلَى مَنْ اَرْسَلْتَهُ رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ وَ عَلَى اَلِهِ وَ صَحْبِهِ وَ سَلِّمْ آمِينَ

Cevapla:

Nickin:

 Metin rengi:

 Metin büyüklüğü:
Tag leri kapat



Bütün konular: 366
Bütün postalar: 376
Bütün kullanıcılar: 13
Şu anda Online olan (kayıtlı) kullanıcılar: Hiçkimse crying smiley
 
 
  Bugün Sitemize 33803 ziyaretçi (90909 klik) Burdaydı! 2008 © Copyright ßy KaRaKuLe~DeVReM ® Tüm HakLar sakLıdır.  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol