(Orjinal Sayfa: 77)
sadâlarla dünyayı güm güm ile ihtizaza getiren o sadânın tecessüm ve intibaiyle umum kütüb-ü İslâmiyeyi bir tanbur ve kanunun bir teli ve bir şeridi hükmüne getiren ve herbir tel bir nev'i ile onu ilân eden, o sada-yı semavî ve ruhanîyi kalbin kulağı ile işitmiyen veya dinlemiyen, acaba o sadâya nisbeten sivrisinek gibi bir emîrin demdemelerini ve karasinekler gibi bir hükûmetin adamlarının vızvızlarını işitecek midir?
........................................................................................
S - Hürriyeti bize çok fena tefsir etmişler. Hattâ, âdeta; hürriyette, insan her ne sefahet ve rezalet işlerse, başkasına zarar etmemek şartiyle hiç birşey denilmez, diye bize anlatmışlar. Acaba böyle midir?
C - Öyleler, hürriyeti değil, belki sefahet ve rezaletlerini ilân ediyorlar ve çocuk bahanesi gibi hezeyan ediyorlar. Zira; nâzenin hürriyet, âdab-ı şeriatla müteeddibe ve mütezeyyine olmak lâzımdır. Yoksa, sefahet ve rezaletteki hürriyet, hürriyet değildir; belki hayvanlıkdır, şeytanın istibdadıdır, nefs-i emmareye esir olmakdır. Hürriyet-i umumî efradın zerrat-ı hürriyatının muhassalıdır. Hürriyetin şe'ni odur ki ne nefsine, ne gayriye zararı dokunmasın.
Fakat, ey göçerler! Sizde olan yarı hürriyettir, diğer yarısı da başkasının hürriyetini bozmamaktır. Hem de kût-u lâyemut ve vahşetle âlûde olan hürriyet, sizin dağ komşularınız olan hayvanlarda da bulunuyor. Vâkıa, şu bîçare vahşi hayvanların bir lezzeti ve tesellisi varsa, o da hürriyetleridir. Lâkin; güneş gibi parlak, ruhun mâşukası ve cevher-i insaniyetin küfvü o hürriyettir ki, Saadet-i Saray-ı Medeniyette oturmuş ve mârifet ve fazilet ve İslâmiyet terbiyesiyle ve hulleleriyle mütezeyyine olan hürriyettir.
................................................................................
S - Nasıl hürriyet imanın hassasıdır?
C - Zira, rabıta-i iman ile Sultan-ı Kâinata hizmetkâr olan adam, başkasına tezellül ile tenezzül etmeye ve başkasının tahakküm ve istibdadı altına girmeye o adamın izzet ve şehamet-i imaniyesi bırakmadığı gibi, başkasının hürriyet ve hukukuna tecavüz etmeyi dahi o adamın şefkat-i imaniyesi bırakmaz!
Evet, bir padişahın doğru bir hizmetkârı, bir çobanın tahakkü-
sh:» (T: 7

müne tenezzül etmez. Bir bîçareye tahakküme dahi o hizmetkâr tenezzül etmez. Demek iman ne kadar mükemmel olursa, o derece hürriyet parlar. İşte Asr-ı Saadet!..
S - Bir büyük adama ve bir veliye ve bir şeyhe ve bir büyük âlime karşı nasıl hür olacağız. Onlar meziyetleri için bize tahakküm etmek haklarıdır. Biz onların faziletlerinin esiriyiz?
C - Velâyetin, şeyhliğin, büyüklüğün şe'ni; tevazu ve mahviyettir, tekebbür ve tahakküm değildir! Demek tekebbür eden, sabiyy-i müteşeyyihdir, siz de büyük tanımayınız!
...............................................................................
S - Heyhat! Bize teselli veren şu ulvî emeli ye'se inkılâb ettiren ve etrafımızda hayatımızı zehirlendirmek ve devletimizi parça parça etmek için ağızlarını açmış olan o müthiş yılanlara ne diyeceğiz?
C - Korkmayınız; medeniyet, fazilet ve hürriyet, âlem-i insaniyette galebe çalmağa başladığından, bizzarure terazinin öteki yüzü şey'en feşey'en hafifleşecektir. Farz-ı muhal olarak, Allah etmesin, eğer bizi parça parça edip öldürseler; emin olunuz, biz yirmi olarak öleceğiz, üçyüz olarak dirileceğiz. Başımızdan rezail ve ihtilâfatın gubarını silkip, hakikî münevver ve müttehid olarak kervan-ı benî beşere pişdarlık edeceğiz. Biz, en şedit, en kavi ve en bâki hayatı intaç eden öyle bir ölümden kormayız. Biz ölsek de, İslâmiyet sağ kalır. O millet-i kudsiye sağ olsun!..
S - Gayr-ı müslimlerle nasıl müsavi olacağız?..
C - Müsavat ise, fazilet ve şerefde değildir; hukukdadır. Hukukda ise, şah ve geda birdir. Acaba bir şeriat «Karıncaya bilerek ayak basmayınız...» dese, tâzibinden menetse, nasıl Benî-Âdemin hukukunu ihmâl eder? Kellâ... Biz imtisâl etmedik. Evet İmam-ı Alinin (R.A.) adi bir yahudi ile muhakemesi ve medar-ı fahriniz olan Salâhaddin-i Eyyûbînin miskin bir hıristiyan ile mürafaası, sizin şu yanlışınızı tashih eder zannederim. (Hâşiye).
__________________________________
Hâşiye: Eski Said, Nurun parlak hâsiyetinden gelen kuvvetli ümid ve tam teselli ile, siyaseti İslâmiyete âlet yaparak hararetle hürriyete çalışırken; diğer bir hiss-i kablelvuku' ile dehşetli ve lâdinî bir istibdad-ı mutlakın geleceğini bir Hadîs-i Şerifin mânasından anlayıp, elli sene evvel haber vermiş. Saidin teselli haberlerini, o istibadad-ı mutlak yirmi beş sene bil'fiil tekzib edeceğini hissetmiş ve otuz seneden beri
اَعُوذُ بِالَّلهِ مِنَ الشَّيْطَانِ وَالسِّيَاسِيَّةِ deyip siyaseti bırakmış, Yeni Said olmuştur.
sh:» (T: 79)
Zira meşrutiyet hâkimiyet-i millettir; hükûmet, hizmetkârdır. Meşrutiyet doğru olursa, kaymakam ve vali, reis değiller; belki ücretli hizmetkârlardır. Gayr-ı müslim, reis olamaz, fakat hizmetkâr olur. Farzediniz; me'muriyet bir nevi riyaset ve bir ağalıktır; gayr-i müslimlerden üç bin adamı ağalığımızla, riyasetimize şerik ettiğimiz vakitte, Millet-i İslâmiyeden aktar-ı âlemde üçyüz bin adamın riyasetine yol açıyor. Biri zayi edip bini kazanan zarar etmez.
(Otuz Bir Mart Hâdisesi Hakkında Bir Cevabı
Ben Otuz Bir Mart hadisesinde şuna yakın bir hâl gördüm. Zira, İslâmiyetin meşrutiyet-perver ve hamiyetli fedaileri, cevher-i hayat makamında bildikleri nimet-i meşrutiyeti şeriata tatbik edip, ehl-i hükûmeti adalet namazında kıbleye irşad ve tam mukaddes şeriatı meşrutiyet kuvvetiyle i'lâ; ve meşrutiyeti şeriat kuvvetiyle ikba; ve bütün seyyiat-ı sâbıkayı, muhalefet-i şeriat üzerine ilka etmek için bazı telkinatta ve teferruatın tatbikatında bulundular. Sonra, sağını solundan farketmiyenler, hâşa, şeriatı, istibdada müsaid zannederek, tûtî kuşları taklidi gibi «Şeriat isteriz!» demekle, hakiki maksad ortada anlaşılmaz oldu. Zaten plânlar serilmişti. İşte o zaman yalan olarak hamiyet maskesini takınan bazı herifler, o ism-i mukaddese tecavüz ettiler. İşte cây-ı ibret bir nokta-i siyah! (Hâşiye).
...................................................................
Hakikaten bence müslüman neslinden gelen bir adamın akıl ve fikri, İslâmiyetten tecerrüd etse bile, fıtratı ve vicdanı hiçbir vakit İslâmiyetten vazgeçemez. En ebleh ve en sefih bile, sedd-i rasîn-i istinadımız olan İslâmiyete bütün mevcudiyetiyle taraftardır. Lâsiyyema, siyasetten haberdar olanlar... Hem Zaman-ı Saadetten şimdiye kadar hiçbir tarih bize bildirmiyor ki; bir müslüman, muhakeme-i akliyesi ile başka bir dini İslâmiyete tercih etmiş olsun ve delil ile başka bir dine dahil olmuş olsun. Dinden çıkanlar var. O başka mes'ele. Taklid ise, ehemmiyetsizdir.
Halbuki edyan-ı saire müntesibleri; mutlaka fevc fevc muhakeme-i akliye ile ve bürhan-ı kat'î ile daire-i İslâmiyete dahil olmuş-
____________________________
Hâşiye: Gitme, dikkat et; âlihimmet olanlar, o hâdisede sükût ettiler. Garazkâr cerideler, hakikî hürriyetin sadâsını susturdular. Meşrutiyet pek az adamların üstüne münhasır kaldı, fedakârları da dağıldılar.
sh:» (T: 80)
lar ve olmaktadırlar. Eğer biz doğru İslâmiyeti ve İslâmiyete lâyık doğruluğu ve istikameti göstersek, bundan sonra onlardan fevc fevc dahil olacaklardır.
Hem de tarih bize bildiriyor ki: Ehl-i İslâmın temeddünü, hakikat-ı İslâmiyete ittibaları nisbetindedir. Başkalarının temeddünü ise, dinleriyle mâkûsen mütenâsibdir. Hem de hakikat bize bildiriyor ki; mütenebbih olan beşer, dinsiz olamaz. Lâsiyyema; uyanmış, insaniyeti tatmış, müstakbele ve ebede namzed olmuş adam, dinsiz yaşayamaz. Zira uyanmış bir beşer, kâinatın tehacümüne karşı istinad edecek ve gayr-ı mahdut âmâline (emellerine) neşv ü nema verecek ve istimdadgâhı olacak noktayı, yani din-i hak olan dâne-i hakikatı elde etmezse; yaşayamaz!.. Bu sırdandır ki; herkesde din-i hakkı bulmak için bir meyl-i taharri uyanmıştır. Demek, istikbalde nev-i beşerin din-i fıtrîsi İslâmiyet olacağına beraat-ül-istihlâl vardır.
Ey insafsızlar! Umum âlemi yutacak, birleştirecek, besleyecek, ziyalandıracak bir istidatta olan hakikat-ı İslâmiyeti nasıl dar buldunuz ki; fukaraya ve mutaassıp bir kısım hocalara tahsis edip, İslâmiyetin yarı ehlini dışarıya atmak istiyorsunuz! Hem de umum kemalâtı câmi' ve bütün nev-i beşerin hissiyat-ı âliyesini besliyecek mevaddı muhit olan o kasr-ı muraniyy-i İslâmiyeti, ne cür'etle matem tutmuş bir siyah çadır gibi, bir kısım fukaraya ve bedevîlere ve mürtecilere has olduğunu tahayyül ediyorsunuz! Evet, herkes âyinesinin müşehedatına tâbidir. Demek sizin siyah ve yalancı âyineniz, size öyle göstermiştir.
S - İfrat ediyorsun, hayâli hakikat görüyorsun, bizi de teçhil ile tahkir ediyorsun. Zaman âhir zamandır, gittikçe daha fenalaşacak?..
C - Neden dünya herkese terakki dünyası olsun da, yalnız bizim için tedenni dünyası olsun! Öyle mi? İşte ben de sizinle konuşmıyacağım, şu tarafa dönüyorum. Müstakbeldeki insanlarla konuşacağım.
Ey üçyüz seneden sonraki yüksek asrın arkasında gizlenmiş ve sâkitane Nurun sözünü dinliyen ve bir nazar-ı hafiyy-i gaybî ile bizi temaşa eden Saidler, Hamzalar, Ömerler, Osmanlar, Tahirler, Yusuflar, Ahmedler vesaireler! Sizlere hitab ediyorum. Başlarınızı kaldırınız, «Sadakte» deyiniz. Ve böyle demek sizle-
sh:» (T: 81)
re borç olsun. Şu muasırlarım, varsın beni dinlemesinler. Tarih denilen mazi derelerinden sizin yüksek istikbalinize uzanan telsiz telgrafla sizin ile konuşuyorum. Ne yapayım, acele ettim, kışda geldim; sizler cennet-âsâ bir baharda geleceksiniz. Şimdi ekilen Nur tohumları, zemininizde çiçek açacakdır. Biz, hizmetimizin ücreti olarak sizden şunu bekliyoruz ki; mazi kıt'asına geçmek için geldiğiniz vakit, mezarımıza uğrayınız. O bahar hediyelerinden bir kaç tanesini medresemin (Hâşiye-1) mezar taşı denilen ve kemiklerimizi misafir eden ve Horhor toprağının kapıcısı olan kal'anın başına takınız. Kapıcıya tenbih edeceğiz, bizi çağırınız. Mezarımızdan
هَنِيئًا لَكُمْ sadâsını işiteceksiniz.
Şu zamanın memesinden bizimle süt emen ve gözleri arkada maziye bakan ve tasavvuratları kendileri gibi hakikatsız ve ayrılmış olan bu çocuklar, varsınlar şu kitabın (Hâşiye-2) hakaikini hayâl tevehhüm etsinler. Zira ben biliyorum ki, şu kitabın mesâilî hakikat olarak sizde tahakkuk edecektir.
Ey muhatablarım! Ben çok bağırıyorum. Zira Asr-ı Sâlis-i Aşrin, yâni on üçüncü Asrın minaresinin başında durmuşum, sureten medenî ve dinde lâkayd ve fikren mazinin en derin derecelerinde olanları camiye davet ediyorum.
İşte ey iki hayatın ruhu hükmünde olan İslâmiyeti bırakan iki ayaklı mezar-ı müteharrik bedbahtlar! Gelen neslin kapısında durmayınız. Mezar sizi bekliyor, çekiliniz, tâ ki, hakikat-ı İslâmiyeyi hakkiyle kâinat üzerinde temevvüc-sâz edecek olan nesl-i cedid gelsin!..
S - Eskiler bizden âlâ veya bizim gibi. Gelenler bizden daha fena gelecekler?
C - Ey Türkler ve Kürdler! Acaba şimdi bir miting yapsam; sizin bin sene evvelki ecdadınızı ve iki asır sonradaki evlâdlarınızı şu gürültühane olan asr-ı hâzır meclisine dâvet etsem. Acaba sağ
_____________________________
Hâşiye-1: Medresetüz-Zehranın Van'daki nümunesi olan ve vefat eden «Horhor medresesi» nin mezar taşı hükmünde bulunan Van Kal'ası demektir.
Hâşiye-2: İstikbalde te'lif edilecek Risale-i Nur Külliyatını hiss-i kablelvuku' ile haber veriyor.
sh:» (T: 82)
tarafta saf tutan eski ecdadınız demiyecekler mi: «Hey mirasyedi yaramaz çocuklar! Netice-i hayatımız siz misiniz? Heyhat! Bizi akim bir kıyas ettiniz, bizi kısır bırakdınız!» Hem de sol safında duran ve şehristan-ı istikbalden gelen evlâdlarınız, sağdaki ecdadlarınızı tasdik ederek demiyecekler mi ki: «Ey tenbel pederler! Siz misiniz hayatımızın suğra ve kübrâsı? Siz misiniz şu şanlı ecdadımızla bizi rabteden râbıtamızın hadd-i evsatı? Heyhat... Ne kadar hakikatsız ve karıştırıcı ve müşâğabeli bir kıyas oldunuz.»
İşte ey bedevî göçerler (ve ey inkılâb softaları! *) Manzara-i hayâl (Hâşiye-1) üstünde gördünüz ki, şu büyük mitingde iki taraf da sizi protesto ettiler.
(Cevaplardan Bir Kısım)
Öyle ise ben derim: Hakikaten sizin harikulâde şecaate istidadınız vardır. Zira; bir menfaat veya cüz'î bir haysiyet veya itibârî bir şeref için veya «Filân yiğittir.» sözlerini işitmek gibi küçük emirlere hayatını istihfaf eden, veya ağasının namusunu isti'zam için kendini feda eden kimseler, eğer uyansalar, hazinelere değer olan İslâmiyet milliyetine, (Hâşiye-2) yâni üçyüz milyon İslâmın uhuvvetlerini ve mânevî yardımlarını kazandıran İslâmiyet milliyetine, binler ruhu da olsa, acaba istihfaf-ı hayat etmezler mi? Elbette hayatını on paraya satan, on liraya şevkle satar...
Maatteessüf; güzel şeylerimiz, gayr-i müslimler eline geçtiği gibi, güzel olan ahlâklarımızı da yine gayr-i müslimler çalmışlar. Güya bizim bir kısım içtimaî ahlâk-ı âliyemiz, yanımızda revac bulmadığından, bize darılıp onlara gitmiş; ve onların bir kısım rezâili, kendileri içinde çok revac bulmadığından, cehaletimizin pazarına getirilmiş...
Hem büyük bir taaccüb ile görmüyor musunuz ki: Terakkiyat-ı hâzıranın üssülesası ve belki din-i hakkın muktezası olan «Ben ölürsem; devletim, milletim ve ahbablarım sağdırlar.» gibi kelime-i beyzâ ve haslet-i hamrâyı gayr-ı müslimler çalmışlar. Çünki onların bir fedaisi der: «Ben ölürsem, milletim sağ olsun. İçinde,
_____________________________________
(*) Sonradan ilâve edilmiştir.
Hâşiye-1: Hayâl dahi bir simotoğraftır.
Hâşiye-2: Milliyetimiz bir vücuddur. Ruhu İslâmiyet, aklı Kur'ân ve imandır.
sh:» (T: 83)
bir hayat-ı mâneviyem vardır.» Ve bütün sefaletin ve şahsiyetin esası olan: «Ben öldükten sonra, dünya ne olursa olsun, isterse tûfan olsun» veyahut وَاِنْ مُتُّ عَطْشًا فَلاَ نَزَلَ الْقَطْرُ
olan kelime-i humaka ve seciye-i uverâ himmetimizin elini tutmuş, rehberlik ediyor.
İşte en iyi haslet ki, dinimizin muktezasıdır. Biz ruhumuzla, canımızla, vicdanımızla, fikrimizle ve bütün kuvvetimizle demeliyiz ki: «Biz ölsek, Milletimiz olan İslâmiyet haydır, ilelebed bâkidir. Milletim sağ olsun, sevab-ı uhrevî bana kâfidir. Milletin hayatındaki hayat-ı mâneviyem, beni yaşattırır, âlem-i ulvîde beni mütelezziz eder,
وَالْمَوْتُ يَوْمُ نَوْرُوزِنَا deyip, Nurun ve hamiyetin nurlu rehberlerini kendimize rehber etmeliyiz.
S - Herşeyden evvel bize lâzım olan nedir?
C - Doğruluk.
S - Daha.
C - Yalan söylememek.
S - Sonra.
C - Sıdk, sadakat, ihlâs, sebat, tesanüddür.
S - Neden?
C- Küfrün mahiyeti yalandır, imanın mahiyeti sıdktır. Şu bürhan kâfi değil midir ki; hayatımızın bekası, imanın ve sıdkın ve tasanüdün devamiyledir.
* * *
S - En evvel rüesamız ıslah olunmalı?
C- Evet, reisleriniz, malınızı ceblerine indirip hapsettikleri gibi, akıllarınızı da sizden almışlar veya dimağınızda hapsetmişler. Öyle ise, şimdi, onların yanındaki akıllarınızla konuşacağım:
Eyyüherruûs verruesâ! Tekâsülî olan tevekkülden sakınınız! İşi birbirinize havâle etmeyiniz! Elinizdeki malınızla ve yanınızdaki aklımızla bize hizmet ediniz. Çünki, şu mesâkîni istihdam etmekle ücretinizi almışsınız.
sh:» (T: 84)
فَعَلَيْكُمْ بِالتَّدَارُكِ لِمَا ضَيَّعْتُمْ فِى الصَّيْفِ
İşte, şimdi hizmet vaktidir...
Elhasıl: İslâm (Hâşiye) uyandı ve uyanıyor. Fenalığı fena, iyiliği iyi olarak gördüler. Evet, şu dereler aşâirini tevbekâr eden işte bu sırdır. Hem de bütün İslâm yavaş yavaş bu istidadı almakta ve kesbetmektedir. Lâkin sizler bedevi olduğunuzdan ve fıtrat-ı asliyeniz oldukça bozulmamış olduğundan, İslâmiyetin kudsi milliyetine daha yakınsınız.
* * *
Seyahatımda beni tanımayanlar kıyafetime bakıp beni tacir zannettiklerinden derlerdi ki:
S - Tacir misin?
C - Evet hem tacirim hem de kimyagerim.
S - Nasıl?
C - İki madde var mezcettiriyorum. Birinden tiryak-ı şafi, birinden elektrik-i mudî tevellüd eder.
S - Bunlar nerede bulunur?
C - Medeniyet ve fazilet çarşısında; cephesinde insan yazılı, iki ayak üstünde gezen sandık içinde ki; üstünde kalb yazılan ve siyah veya pırlanta gibi parlak olan bir kutudadır.
S - İsimleri nedir?
C - İman, muhabbet, sadakat, hamiyyet!...
Ceride-i Seyyare.. Ebu lâ-şey.. İbn-üz-Zaman..
Ehul-Acâib.. İbn-ü Ammil-garâib Said Nursî
***
Sonra Van'dan Şam'a gider. Şam ulemasının ilhahı ve ısrarı üzerine, Câmi-ül-Emevîde on bine yakın ve içerisinde yüz ehl-i ilim bulunan azim bir cemaate karşı bir hutbe irad eder. Bu hutbe fevkalâde takdir ve tahsin ile kabûle mazhar olur. Bilâhare, bu-
_____________________________
Hâşiye: Evet, kırk beş sene evvel söylenen bu sözü; Pakistan, Arabistan aşâiri dahi hâkimiyet ve istiklâliyetlerini kazandıklarından, Eski Said'i bu dersinde tasdik ediyorlar ve daha da edecekler...
sh: » (T: 85)
radaki hutbesi, "Hutbe-i Şâmiye" namiyle tabedilmiştir.
Bu Hutbe-i Şâmiye; İslâm âleminin içinde bulunduğu maddî-mânevî hastalıkların nelerden ibaret bulunduğunu, felâket ve esarete hangi sebeblerden dolayı mâruz kaldıklarını bildiren; ve buna karşı çare-i halâs gösteren; ve bundan sonra, İslâmiyetin zemin yüzünde maddî-mânevî en yüksek terakkiyi göstereceğini, İslâmî medeniyetin kemal-i haşmetle meydana geleceğini ve zemin yüzünü pisliklerden temizleyeceğini delâil-i akliye ile isbat eden, müjde veren çok kıymetdar, bütün müslümanlara, hattâ insanlığa şamil bir dersdir, bir hutbedir.
Hutbe-i Şâmiyenin baş taraflarında diyor:
"Ben, bu zaman ve zeminde beşerin hayat-ı içtimaiye medresesinde ders aldım ve bildim ki: Ecnebiler, Avrupalılar terakkide istikbâle uçmalariyle beraber, bizi maddi cihette kurûn-u vustada durduran ve tevkif eden; altı tane hastalıktır. O hastalıklar da bunlardır:
1- Ye'sin (ümidsizliğin) içimizde hayat bulup dirilmesi.
2- Sıdkın hayat-ı içtimaiye-i siyasiyede ölmesi.
3- Adavete muhabbet.
4- Ehl-i imanı birbirine bağlayan nurani rabıtaları bilmemek.
5- Çeşid çeşid sâri hastalıklar gibi intişar eden istibdat.
6- Menfaat-ı şahsiyesine himmeti hasretmek.
Bu altı dehşetli hastalığın ilâcını da, bir tıp fakültesi hükmünde hayat-ı içtimaiyemizde eczahane-i Kur'aniyeden ders aldığım altı kelime ile beyan ediyorum. Mualecenin esasları, onları biliyorum.
Birinci Kelime: "EL-EMEL" yâni: Rahmet-i İlâhiyeden kuvvetle ümid beslemek.
Evet, ben kendi hesabıma aldığım derse binaen:
Ey İslâm Cemaati! Müjde veriyorum ki: Şimdiki Âlem-i İslâmın saadet-i dünyeviyesi, bâhusus Osmanlıların saadeti ve bilhassa İslâmın terakkisi onların intibahiyle olan Arabın saadetinin fecr-i sâdıkının emareleri inkişafa başlıyor, ve saadet güneşinin de çıkması yakınlaşmış. Ye'sin rağmına olarak ben
sh: » (T: 86)
dünyaya işittirecek(Hâşiye) derecede kanaat-ı kat'iyemle derim:
İstikbâl yalnız ve yalnız İslâmiyetin olacak; ve hâkim, hakaik-i Kur'aniye ve imaniye olacak. Bu davama çok bürhanlardan ders almışım. Şimdi o bürhanlardan mukaddematlı bir buçuk bürhanı zikredeceğim. O bürhanın mukaddematına başlıyoruz.
İslâmiyetin hakaiki; hem mânen, hem maddeten terakki etmeye kabil ve mükemmel bir istidadı var.
Birinci cihet olan mânen terakki ise, biliniz: Hakiki vukuatı kaydeden tarih, hakikate en doğru şahidtir. İşte tarih bize gösteriyor, hattâ Rus'u mağlûp eden Japon Başkumandanının İslâmiyetin hakkaniyetine şehadeti de şudur ki: "Hakikat-ı İslâmiyenin kuvveti nisbetinde müslümanlar o kuvvete göre hareket etmeleri derecesinde ehl-i İslâm temeddün edip terakki ettiğini tarih gösteriyor ve ehl-i İslâmın, hakikat-ı İslâmiyede zafiyeti derecesinde tevahhuş ettiklerini, vahşete ve tedenniye düştüklerini ve herc ü merc içinde belâlara, mağlûbiyetlere düştüklerini tarih gösteriyor. Sair dinler ise bil'akisdir."
.............................................................................................
"Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-i imaniyenin kemalâtını ef'alimizle izhar etsek, sair dinlerin tâbileri, elbette cemaatlerle İslâmiyete girecekler. Belki Küre-i Arzın bazı kıt'aları ve devletleri de İslâmiyete dehalet edecekler."
"Ey bu Câmi-i Emevî'deki kardeşlerim gibi, Âlem-i İslâmın câmi-i kebîrinde olan kardeşlerim! Siz de ibret alınız. Bu kırk beş senedeki bu dehşetli hâdisattan ibret alınız, tam aklınızı başınıza alınız, ey mütefekkir ve akıl sahibi ve kendini münevver telâkki edenler!
Hasıl-ı kelâm: Biz Kur'an şâkirdleri olan Müslümanlar, bürhana tâbi oluyoruz. Akıl ve fikir ve kalbimizle hakaik-i imaniyeye giriyoruz. Başka dinlerin bazı efradları gibi, ruhbanları taklid
______________________
Hâşiye: Eski Said hiss-i kablelvuku' ile, 1371de başta Arab Devletleri, Âlem-i İslâm'ın ecnebi esaretinden ve istibdadından kurtulup İslâmî Devletler teşkil edeceklerini, kırk beş sene evvel haber vermiş. İki Harb-i Umumî ve otuz-kırk sene devam eden istibdad-ı mutlakı düşünmemiş, Üçyüz Yirmi Yedide olacak gibi müjde vermiş, te'hirinin sebebini nazara almamış.
sh: » (T: 87)
için bürhanı bırakmıyoruz. Onun için akıl ve ilim ve fennin hükmettiği istikbâlde, elbette bürhan-ı aklîye istinad eden ve bütün hükümlerini akla tesbit ettiren Kur'an hükmedecek!
Hem de İslâmiyet güneşinin inkişafına ve beşeri tenvir etmesine mümânaat eden perdeler açılmaya başlamışlar; o mümânaat edenler çekilmeye başlıyorlar. Kırk beş sene evvel, o fecrin emareleri göründü. Yetmiş birde fecr-i sâdık başladı veya başlayacak. Eğer bu, fecr-i kâzib de olsa, otuz-kırk sene sonra fecr-i sâdık çıkacak. Evet hakaik-i İslâmiyetin mâzi kıt'asını tamamen istilâsına sekiz dehşetli mâniler mümânaat ettiler.
Birinci, ikinci, üçüncü mâniler: Ecnebilerin cehli ve o zamanda vahşetleri ve dinlerine taassublarıdır. Bu üç mâni, marifet ve medeniyetin mehâsini ile kırıldı, dağılmaya başlıyor.
Dördüncü, beşinci mâniler: Papazların, ruhanî reislerin riyasetleri ve tahakkümleri, ecnebilerin körü körüne onları taklid etmeleridir. Bu iki mâni dahi; fikr-i hürriyet ve meyl-i taharri-i hakikat nev-i beşerde başlamasiyle zevâl bulmaya başlıyor.
Altıncı, yedinci mâniler: Bizdeki istibdad ve şeriatın muhalefetinden gelen sû-i ahlâkımız mümânaat ediyordular. Bir şahısdaki münferid istibdat kuvveti şimdi zevâl bulması, cemaat ve komitenin dehşetli istibdatlarının otuz-kırk sene sonra zevâl bulmasına işaret etmekle ve hamiyet-i İslâmiyenin şiddetli feveraniyle ve sû-i ahlâkın çirkin neticeleri görülmesiyle bu iki mâni de zevâl buluyor ve bulmaya başlamış. İnşâallah tam zevâl bulacak.
Sekizinci mâni: Fünun-u cedîdenin bazı müsbet mesâili, hakaik-i İslâmiyenin zâhirî mânalarına muhalif ve muarız tevehhüm edilmesiyle, zaman-ı mâzideki istilâsına bir derece sed çekmiş. Meselâ: Küre-i Arzda emr-i İlâhî ile nezarete memur "Sevr" ve "Hut" namlarında iki ruhanî melâikeyi dehşetli, cismanî bir öküz, bir balık tavehhüm edip, ehl-i fen ve felsefe hakikatı bilmediklerinden İslâmiyete muârız çıkmışlar. Bu misâl gibi yüz misâl var ki, hakikatı bilindikten sonra en muannid feylesof da teslim olmağa mecbur oluyor. (Hattâ Risale-i Nur, "Mu'cizat-ı Kur'aniye" de fennin iliştiği bütün Âyetlerin herbirisinin altında Kur'anın bir lem'a i'cazını gösterip, ehl-i fennin medar-ı tenkid
(Orjinal Sayfa : 8

zannettikleri Kur'an-ı Kerim'in cümle ve kelimelerinde fennin eli yetişmediği yüksek hakikatları izhar edip, en muannid feylesofu da teslime mecbur ediyor. Meydandadır, isteyen bakabilir ve baksın; bu mâni, kırk beş sene evvel söylenen o sözden sonra nasıl kırıldığını görsün.)
Evet, bazı muhakkikîn-i İslâmiyenin bu yolda te'lifatları var. Bu sekizinci dehşetli mânianın zir ü zeber olacağına dair emareler görünüyor.
Evet şimdi olmasa da otuz-kırk sene sonra fen ve hakikî mârifet ve medeniyetin mehâsini, bu üç kuvveti tam techiz edip, cihazatını verip, o sekiz mânileri mağlûp edip dağıtmak için taharri-i hakikat meyelânını ve insafı ve muhabbet-i insaniyeti, o sekiz düşman taifesinin sekiz cephesine göndermiş, şimdi onları kaçırmaya başlamış. İnşâallah, yarım asır sonra onları darmadağın edecek. Evet, meşhurdur ki: En kat'i fazilet odur ki, düşmanları dahi o faziletin tasdikine şehadet etsin.
........................................................................................
Bediüzzaman; misâl olarak, İslâmiyetin hakkaniyeti hakkında takdirkâr ifadelerde bulunan «Prens Bismark» ile «Mister Karlayl» ın sözlerini naklettikten sonra diyor:
«İşte Amerika ve Avrupa'nın zekâ tarlaları Mister Karlayl ve Bismark gibi böyle dâhî muhakkikleri mahsulat vermesine istinaden ben de bütün kanaatimle derim ki: Avrupa ve Amerika, İslâmiyetle hâmiledir. Günün birinde bir İslâmî devlet doğuracak. Nasılki Osmanlılar Avrupa ile hâmile olup bir Avrupa devleti doğurdu.
Ey Câmi-i Emevî'deki kardeşlerim ve yarım asır sonraki Âlem-i İslâm Câmiindeki ihvanlarım! Acaba baştan buraya kadar olan mukaddemeler netice vermiyor mu ki; istikbalin kıt'alarında hakikî ve manevî hâkim olacak ve beşeri, dünyevî ve uhrevî saadete sevkedecek yalnız İslâmiyettir ve İslâmiyete inkılab etmiş ve hurafattan ve tahrifattan sıyrılacak İsevîlerin hakikî dinidir ki Kur'an'a tâbi olur, ittifak eder.
İkinci Cihet: Yani maddeten İslâmiyet'in terakkisinin kuvvetli sebebleri gösteriyor ki, maddeten dahi İslâmiyet istikbale hükmedecek. Birinci Cihet, maneviyat cihetinde terakkiyatı isbat
(Orjinal Sayfa : 89)
ettiği gibi; bu İkinci Cihet dahi maddî terakkiyatını ve istikbaldeki hâkimiyetini kuvvetli gösteriyor. Çünki Âlem-i İslâm'ın şahs-ı manevîsinin kalbinde, gayet kuvvetli ve kırılmaz beş kuvvet içtima ve imtizac edip yerleşmiş.
Birincisi: Bütün kemalâtın üstadı ve üçyüz yetmiş milyon nefisleri birtek nefis hükmüne getirebilen ve hakikî bir medeniyetle ve müsbet ve doğru fenlerle teçhiz edilmiş olan ve hiç bir kuvvet onu kıramayacak bir mahiyette bulunan hakikat-ı İslâmiyettir.
İkinci Kuvvet: Medeniyet ve san'atın hakikî üstadı ve vesilelerin ve mebadilerin tekemmülüyle cihazlanmış olan şedid bir ihtiyaç ve belimizi kıran tam bir fakr, öyle bir kuvvettir ki, susmaz ve kırılmaz.
Üçüncü Kuvvet: Yüksek şeylere müsabaka suretinde beşere yüksek maksadları ders veren ve o yolda çalıştıran ve istibdadatı parça parça eden ve ulvî hisleri heyecana getiren ve gıbta ve hased ve kıskançlık ve rekabetle ve tam uyanmakla ve müsabaka şevkiyle ve teceddüd meyliyle ve temeddün meyelanıyla teçhiz edilen üçüncü kuvvet, yalnız hürriyet-i şer'iyedir. Yani insaniyete lâyık en yüksek kemalâta olan meyl ve arzu ile cihazlanmış olmak.
Dördüncü Kuvvet: Şefkatle cihazlanmış şehamet-i imaniye'dir. Yani tezellül etmemek; haksızlara, zalimlere zillet göstermemek.. mazlumları da zelil etmemek. Yani hürriyet-i şer'iyenin esasları olan; müstebidlere dalkavukluk etmemek ve bîçarelere tahakküm ve tekebbür etmemektir.
Beşinci Kuvvet: İzzet-i İslâmiyedir ki, i'lâ-yı Kelimetullahı ilân ediyor. Ve bu zamanda i'lâ-yı Kelimetullah, maddeten terakkiye mütevakkıf ve medeniyet-i hakikiyeye girmekle i'lâ-yı Kelimetullah edilebilir. İzzet-i İslâmiye'nin iman ile kat'î verdiği emri, elbette Âlem-i İslâm'ın şahs-ı manevîsi o kat'î emri, istikbalde tam yerine getireceğine şüphe edilmez.
Evet nasılki eski zamanda İslâmiyet'in terakkisi, düşmanın taassubunu parçalamak ve inadını kırmak ve tecavüzatını def'etmek, silâh ile kılınç ile olmuş. İstikbalde silâh, kılınç yerine hakikî medeniyet ve maddî terakki ve hak ve hakkaniyetin manevî
(Orjinal Sayfa :90)
kılınçları düşmanları mağlub edip dağıtacak.
Biliniz ki:
Bizim muradımız medeniyetin mehasini ve beşere menfaati bulunan iyilikleridir. Yoksa medeniyetin günahları, seyyiatları değil ki; ahmaklar o seyyiatları, o sefahetleri mehasin zannedip, taklid edip malımızı harab ettiler. Ve dini rüşvet verip, dünyayı da kazanamadılar. Medeniyetin günahları iyiliklerine galebe edip seyyiatı hesanatına racih gelmekle, beşer iki harb-i umumî ile iki dehşetli tokat yiyip, o günahkâr medeniyeti zîr ü zeber edip öyle bir kustu ki, yeryüzünü kanla bulaştırdı. İnşâallah istikbaldeki İslâmiyet'in kuvvetiyle medeniyetin mehasini galebe edecek, zemin yüzünü pisliklerden temizleyecek, sulh-u umumîyi de temin edecek.
Evet Avrupa'nın medeniyeti fazilet ve hüda üstüne tesis edilmediğinden, belki heves ve heva, rekabet ve tahakküm üzerine bina edildiğinden, şimdiye kadar medeniyetin seyyiatı hasenatına galebe edip, ihtilâlci komitelerle kurtlaşmış bir ağaç hükmüne girdiği cihetle; Asya medeniyetinin galebesine kuvvetli bir medar, bir delil hükmündedir. Ve az vakitte galebe edecektir. Acaba istikbale karşı ehl-i iman ve İslâm için böyle maddî ve manevî terakkiyata vesile ve kuvvetli, sarsılmaz esbab varken ve demiryolu gibi istikbal saadetine yol açıldığı halde, nasıl me'yus olup ye'se düşüyorsunuz ve âlem-i İslâmın kuvve-i maneviyesini kırıyorsunuz? Ve yeis ve ümitsizlikle zannediyorsunuz ki, "dünya herkese ve ecnebîlere terakki dünyasıdır, fakat yalnız bîçare ehl-i İslâm için tedenni dünyası oldu!" diye pek yanlış bir hataya düşüyorsunuz. Madem meyl-ül istikmal (tekâmül meyli) kâinatta fıtrat-ı beşeriyede fıtraten dercedilmiş. Elbette beşerin zulüm ve hatasıyla başına çabuk bir kıyamet kopmazsa; istikbalde hak ve hakikat, âlem-i İslâm'da nev'-i beşerin eski hatîatına keffaret olacak bir saadet-i dünyeviyeyi de gösterecek inşâallah...
Evet bakınız, zaman hatt-ı müstakim üzerine hareket etmiyor ki, mebde ve müntehası birbirinden uzaklaşsın. Belki küre-i arzın hareketi gibi bir daire içinde dönüyor. Bazan terakki içinde yaz ve bahar mevsimi gösterir. Bazan tedenni içinde kış ve fırtına mevsimini gösterir. Her
kıştan sonra bir bahar, her geceden sonra bir sabah olduğu gibi, nev-i beşerin dahi bir sabahı, bir
(Orjinal Sayfa : 91)
baharı olacak inşâallah.
Hakikat-ı İslâmiyenin güneşi ile, sulh-u umumî dairesinde hakikî medeniyeti görmeyi, rahmet-i İlahiyeden bekliyebilirsiniz.
İKİNCİ KELİME ki; müddet-i hayatımda tecrübelerimle fikrimde tevellüd eden şudur: Yeis en dehşetli bir hastalıktır ki, Âlem-i İslâm'ın kalbine girmiş. İşte o yeistir ki bizi öldürmüş gibi, garbda bir-iki milyonluk küçük bir devlet, şarkta yirmi milyon Müslümanları kendine hizmetkâr ve vatanlarını müstemleke hükmüne getirmiş. Hem o yeistir ki, yüksek ahlâkımızı öldürmüş, menfaat-ı umumiyeyi bırakıp menfaat-ı şahsiye ye nazarımızı hasrettirmiş. Hem o yeistir ki, kuvve-i maneviyemizi kırmış. Az bir kuvvetle, imandan gelen kuvve-i maneviye ile şarktan garba kadar istilâ ettiği halde; o kuvve-i maneviye-i hârika, me'yusiyetle kırıldığı için, zalim ecnebiler dörtyüz seneden beri üçyüz milyon Müslümanı kendilerine esir etmiş. Hattâ bu yeis ile başkasının lâkaydlığını ve füturunu kendi tenbelliğine özür zannedip "Neme lâzım" der, "Herkes benim gibi berbattır" diye şehamet-i imaniyeyi terkedip hizmet-i İslâmiyeyi yapmıyor. Madem bu derece bu hastalık bize bu zulmü etmiş, bizi öldürüyor; biz de o katilimizden kısasımızı alıp öldüreceğiz.
لاَ تَقْنَطُوا مِنْ رَحْمَةِ اللَّهِ kılıncı ile o yeisin başını parçalayacağız. ماَ لاَ يُدْرَكُ كُلُّهُ لاَ يُتْرَكُ كُلُّهُ
Hadîsinin hakikatıyla belini kıracağız inşâallah .
Yeis; ümmetlerin, milletlerin "seretan" denilen en dehşetli bir hastalığıdır. Ve kemalâta mani ve اَنَا عِنْدَ حُسْنِ ظَنِّ عَبْدِي بِي hakikatına muhaliftir; korkak, aşağı ve âcizlerin şe'nidir, bahaneleridir. Şehamet-i İslâmiyenin şe'ni değildir. Hususan Arab gibi nev'-i beşerde medar-ı iftihar yüksek seciyelerle mümtaz bir kavmin şe'ni olamaz. Âlem-i İslâm milletleri Arab'ın metanetinden ders almışlar. İnşâallah yine Arablar ye'si bırakıp İslâmiyet'in kahraman ordusu olan Türklerle hakikî bir tesanüd ve ittifak ile el ele verip Kur'an'ın
(Orjinal Sayfa : 92)
bayrağını dünyanın her tarafında ilân edeceklerdir.
ÜÇÜNCÜ KELİME ki; bütün hayatımdaki tahkikatımla ve hayat-ı içtimaiyenin çalkamasıyla hülâsa ve zübdesi bana kat'î bildirmiş ki: Sıdk, İslâmiyetin üssü'l esasıdır ve ulvî seciyelerinin rabıtasıdır ve hissiyat-ı ulviyesinin mizacıdır. Öyle ise, hayat-ı içtimaiyemizin esası olan sıdkı, doğruluğu içimizde ihya edip onunla manevî hastalıklarımızı tedavi etmeliyiz. Evet sıdk ve doğruluk, İslâmiyetin hayat-ı içtimaiyesinde ukde-i hayatiyesidir. Riyakârlık, fiilî bir nevi yalancılıktır. Dalkavukluk ve tasannu, alçakça bir yalancılıktır. Nifak ve münafıklık, muzır bir yalancılıktır. Yalancılık ise, Sâni'-i Zülcelal'in kudretine iftira etmektir. Küfür, bütün envâiyla kizbdir, yalancılıktır. İman sıdktır, doğruluktur. Bu sırra binaen kizb ve sıdkın ortasında hadsiz bir mesafe var; şark ve garb kadar birbirinden uzak olmak lâzım geliyor. Nar ve nur gibi birbirine girmemek lâzım. Halbuki gaddar siyaset ve zalim propaganda birbirini karıştırmış, beşerin kemalâtını da karıştırmış. (Haşiye)
______________________
(Haşiye): Ey kardeşlerim! Kırkbeş sene evvel Eski Said'in bu dersinden anlaşılıyor ki; o Said siyasetle, içtimaiyat-ı İslâmiye ile ziyade alâkadardır. Fakat sakın zannetmeyiniz ki; o, dini siyasete âlet veya vesile yapmak mesleğinde gitmiş. Hâşâ belki o bütün kuvvetiyle siyaseti dine âlet ediyormuş. Ve derdi ki: "Dinin bir hakikatını bin siyasete tercih ederim." Evet o zamanda kırk-elli sene evvel hissetmiş ki, bazı münafık zındıkların siyaseti dinsizliğe âlet etmeğe teşebbüs niyetlerine ve fikirlerine mukabil, o da bütün kuvvetiyle siyaseti İslâmiyetin hakaikına bir hizmetkâr, bir âlet yapmağa çalışmış. Fakat o zamandan yirmi sene sonra gördü ki: O gizli münafık zındıkların garblılaşmak bahanesiyle, siyaseti dinsizliğe âlet yapmalarına mukabil, bir kısım dindar ehl-i siyaset dini siyaset-i İslâmiyeye âlet etmeğe çalışmışlardı. İslâmiyet güneşi yerdeki ışıklara âlet ve tâbi olamaz. Ve âlet yapmak İslâmiyetin kıymetini tenzil etmektir, büyük bir cinayettir. Hattâ Eski Said o çeşit siyaset tarafgirliğinden gördü ki: Bir sâlih âlim kendi fikr-i siyasîsine muvafık bir münafığı hararetle sena etti ve siyasetine muhalif bir sâlih hocayı tenkid ve tefsik et. Eski Said ona dedi: "Bir şeytan senin fikrine yardım etse, rahmet okutacaksın. Senin fikr-i siyasiyene muhalif bir melek olsa, lanet edeceksin." Bunun için Eski Said: اَعُوذُ بِاللّهِ مِنَ الشَّيْطَانِ وَ السِّيَاسَةِ dedi. Ve otuzbeş seneden beri siyaseti terk etti. (Haşiye 1)
(Haşiye-1): Hem üstadımızın yirmi yedi senelik hayatı ve yüzotuz parça kitabı ve mektupları, üç mahkeme ve hükûmet memurları tarafından tam tedkik edildiği ve aleyhinde çalışan zalim mürted ve münafıklara karşı mecbur da olduğu halde, hattâ idamı için gizli emir verildiği halde, dini siyasete âlet ettiğine dair en ufak bir emare bulamamaları, dini siyasete âlet etmediğini kat'î isbat ediyor. Ve hayatını yakından tanıyan biz Nur Şakirdleri ise, bu fevkalâde hâle karşı hayranlık duymakta ve Risale-i Nur dairesindeki hakikî ihlasa bir delil saymaktayız.
Nur Şakirdleri
Ey bu Câmi-i Emevî'deki kardeşlerim! Ve kırk-elli sene sonra
(Orjinal Sayfa : 93)
Âlem-i İslâm mescid-i kebirindeki dörtyüz milyon ehl-i iman olan ihvanımız! Necat yalnız sıdkla, doğrulukla olur. "Urvetü'l vüskâ" sıdktır. Yani, en muhkem ve onunla bağlanacak zincir doğruluktur.
Amma maslahat için kizb ise, zaman onu neshetmiş.
DÖRDÜNCÜ KELİME: Bütün hayatımda, hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeden kat'î bildiğim ve tahkikatların bana verdiği netice şudur ki: Muhabbete en lâyık şey muhabbettir ve husumete en lâyık sıfat husumettir. Yani hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeyi temin eden ve saadete sevk eden muhabbet ve sevmek sıfatı, en ziyade sevilmeğe ve muhabbete lâyıktır. Ve hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeyi zîr ü zeber eden düşmanlık ve adavet, her şeyden ziyade nefrete ve adavete ve ondan çekilmeğe müstehak ve çirkin ve muzır bir sıfattır.
BEŞİNCİ KELİME: Meşveret-i şer'iyeden aldığım ders budur: Şu zamanda bir adamın bir günahı, bir kalmıyor. Bazan büyür, sirayet eder, yüz olur. Birtek hasene bazan bir kalmıyor. Belki bazan binler dereceye terakki ediyor. Bunun sırr-ı hikmeti şudur:
Hürriyet-i şer'iye ile meşveret-i meşrua, hakikî milliyetimizin hâkimiyetini gösterdi. Hakikî milliyetimizin esası, ruhu ise İslâmiyet'tir. Ve Hilafet-i Osmaniye ve Türk Ordusunun o milliyete bayraktarlığı itibariyle, o İslâmiyet milliyetinin sadefi ve kal'ası hükmünde Arab ve Türk hakikî iki kardeş, o kal'a-i kudsiyenin nöbettarlarıdırlar.
İşte bu kudsî milliyetin rabıtasıyla, umum ehl-i İslâm bir tek aşiret hükmüne geçiyor. Aşiretin efradı gibi İslâm taifeleri de, birbirine uhuvvet-i İslâmiye ile mürtebit ve alâkadar olur. Birbirine manen,( lüzum olsa maddeten) yardım eder. Güya bütün İslâm taifeleri bir silsile-i nuraniye ile birbirine bağlıdır. Nasılki bir aşiretin bir ferdi bir cinayet işlese, o aşiretin bütün efradı, o aşiretin düşmanı olan başka aşiretin nazarında müttehem
(Orjinal Sayfa : 94)
olur. Güya herbir ferd o cinayeti işlemiş gibi, o düşman aşiret onlara düşman olur. O tek cinayet, binler cinayet hükmüne geçer. Eğer o aşiretin bir ferdi o aşiretin mahiyetine temas eden medar-ı iftihar bir iyilik yapsa, o aşiretin bütün efradı onunla iftihar eder. Güya herbir adam, aşirette o iyiliği yapmış gibi iftihar eder.
İşte bu mezkûr hakikat içindir ki, bu zamanda, hususan kırk-elli sene sonra seyyie, fenalık işleyenin üstünde kalmaz. Belki milyonlar nüfus-u İslâmiyenin hukuklarına tecavüz olur. Kırk-elli sene sonra çok misalleri görülecek.
Ey bu sözlerimi dinleyen bu Câmi-i Emevî'deki kardeşler ve kırk-elli sene sonra Âlem-i İslâm Câmiindeki ihvan-ı Müslimîn! "Biz zarar vermiyoruz, fakat menfaat vermeğe iktidarımız yok, onun için mâzuruz." diye böyle özür beyan etmeyiniz. Bu özrünüz kabul değil. Tenbelliğiniz ve "Neme lâzım" deyip çalışmamanız ve ittihad-ı İslâm ile, milliyet-i hakikiye-i İslâmiye ile gayrete gelmediğiniz, sizler için gayet büyük bir zarar ve bir haksızlıktır. İşte seyyie böyle binlere çıktığı gibi, bu zamanda hasene -yani İslâmiyetin kudsiyetine temas eden iyilik- yalnız işleyene münhasır kalmaz. Belki o hasene, milyonlar ehl-i imana manen faide verebilir. Hayat-ı maneviye ve maddiyesinin rabıtasına kuvvet verebilir. Onun için "Neme lâzım" deyip kendini tenbellik döşeğine atmak zamanı değil!..
Ey bu câmi'deki kardeşlerim ve kırk-elli sene sonraki Âlem-i İslâm mescid-i kebirindeki ihvanlarım!
Zannetmeyiniz ki, ben bu ders makamına size nasihat etmek için çıktım. Belki buraya çıktım, sizde olan hakkımızı dava ediyoruz. Yani Kürd gibi küçük taifelerin menfaatı ve saadet-i dünyeviyeleri ve uhreviyeleri, sizin gibi büyük ve muazzam taife olan Arab ve Türk gibi hâkim üstadlarla bağlıdır. Sizin tenbelliğiniz ve füturunuz ile biz bîçare küçük kardeşleriniz olan İslâm taifeleri zarar görüyoruz.
Hususan ey muazzam ve büyük ve tam intibaha gelmiş veya gelecek olan Arablar! En evvel bu sözler ile sizinle konuşuyorum. Çünki bizim ve bütün İslâm taifelerinin üstadlarımız ve imamlarımız ve İslâmiyet'in mücahidleri sizlerdiniz. Sonra muazzam Türk Milleti o kudsî vazifenize tam yardım ettiler. Onun için
(Orjinal Sayfa : 95)
tenbellikle günahınız büyüktür. Ve iyiliğiniz ve haseneniz de gayet büyük ve ulvîdir. Hususan kırk-elli sene sonra Arab taifeleri, Cemahir-i Müttefika-i Amerika gibi en ulvî bir vaziyete girmeğe, esarette kalan hâkimiyet-i İslâmiyeyi eski zaman gibi küre-i arzın nısfında, belki ekserisinde tesisine muvaffak olmanızı Rahmet-i İlahiyeden kuvvetle bekliyoruz. Bir kıyamet çabuk kopmazsa, inşâallah nesl-i âti görecek.
Sakın kardeşlerim! Tevehhüm, tahayyül etmeyiniz ki, ben bu sözlerimle siyasetle iştigal için himmetinizi tahrik ediyorum. Hâşâ! Hakikat-ı İslâmiye bütün siyasâtın fevkindedir. Bütün siyasetler ona hizmetkâr olabilir. Hiçbir siyasetin haddi değil ki, İslâmiyeti kendine âlet etsin.
Ben kusurlu fehmimle şu zamanda, heyet-i içtimaiye-i İslâmiyeyi çok çark ve dolapları bulunan bir fabrika suretinde tasavvur ediyorum. O fabrikanın bir çarkı geri kalsa, yahut bir arkadaşı olan başka bir çarka tecavüz etse, makinenin mihanikiyeti bozulur. Onun için ittihad-ı İslâmın tam zamanı gelmeye başlıyor. Birbirinizin şahsî kusurlarına bakmamak gerektir.
Bunu da teessüf ve teellüm ile size beyan ediyorum ki: Ecnebîlerin bir kısmı, nasıl kıymettar malımızı ve vatanlarımızı bizden aldılar. Onun bedeline çürük bir fiat verdiler. Aynen öyle de, yüksek ahlâkımızı ve yüksek ahlâkımızdan çıkan ve hayat-ı içtimaiyeye temas eden seciyelerimizin bir kısmını da bizden aldılar. Terakkilerine medar ettiler. Ve onun fiatı olarak bize verdikleri sefihane ahlâk-ı seyyieleridir, sefihane seciyeleridir. Meselâ: Bizden aldıkları seciye-i milliye ile, bir adam onlarda der: "Eğer ben ölsem milletim sağ olsun. Çünki milletimin içinde bir hayat-ı bâkiyem var." İşte bu kelimeyi bizden almışlar ve terakkiyatlarında en metin esas da budur. Bizden hırsızlamışlar. Bu kelime ise, din-i haktan ve iman hakikatlarından çıkar. O bizim, ehl-i imanın malıdır. Halbuki ecnebilerden içimize giren pis ve fena seciye itibariyle bir hodgâm adam bizde diyor: "Ben susuzluktan ölsem, yağmur hiçbir daha dünyaya gelmesin. Eğer ben görmezsem bir saadeti, dünya istediği gibi bozulsun."