Mu'cizât-ı Kur'aniye Risalesi
Elde Kur'an gibi bir mu'cize-i bâki varken, başka bürhân aramak aklıma zaid görünür.
Elde Kur'an gibi bir bürhân-ı hakikat varken, münkirleri ilzam için gönlüme sıklet mi gelir?
İHTAR
(Şu Söz'ün başında beş şu'leyi yazmak niyet ettik. Fakat Birinci Şû'le'nin âhirlerinde eski hurufâtla tab'etmek için gâyet sür'atle yazmağa mecbur olduk. Hattâ Bâzı gün yirmi-otuz sahifeyi iki-üç saat içinde yazıyorduk. Onun için üç Şû'leyi ihtisâren, icmâlen yazarak iki şû'leyi de şimdilik terkettik. Bana ait kusurlar ve noksaniyetler ve işkâl ve hatâlara nazar-ı insaf ve müsamahâ ile bakmalarını ihvanlarımızdan bekleriz.)
Bu Mu'cizât-ı Kur'aniye Risalesindeki ekser âyetlerin herbiri, ya mülhidler tarafından medâr-ı tenkid olmuş veya ehl-i fen tarafından itiraza uğramış veya cinnî ve insî şeytanların vesvese ve şübhelerine maruz olmuş âyetlerdir. İşte bu "Yirmibeşinci Söz" öyle bir tarzda o âyetlerin hakikatlarını ve nüktelerini Beyân etmiş ki, ehl-i ilhad ve fennin kusur zannettikleri noktalar i'câzın lemaâtı ve belâgât-ı Kur'aniyenin kemâlâtının menşe'leri olduğu, ilmî kaideleriyle isbat edilmiş. Bulantı vermemek için onların şübheleri zikredilmeden cevab-ı kat'î verilmiş. وَ الشَّمْسُ َتجْرِى وَ الْجِبَالَ اَوْتَادًا gibi. Yalnız Yirminci Söz'ün Birinci Makamı'nda üç-dört âyette şübheleri söylenmiş. Hem bu Mu'cizât-ı Kur'aniye Risalesi gerçi gâyet muhtasar ve acele yazılmış ise de, fakat ilm-i belâgat ve ulûm-u Arabiye noktasında, âlimlere hayret verecek derecede âlimâne ve derin ve kuvvetli bir tarzda Beyân edilmiş. Gerçi her bahsini her ehl-i dikkat tam anlamaz, istifade etmez. Fakat o bahçede herkesin ehemmiyetli hissesi var. Pek acele ve müşevveş hâletler içinde te'lif edildiğinden ifade ve ibaresinde kusur var olmasıyla beraber ilim noktasında çok ehemmiyetli mes'elelerin hakikatını Beyân etmiş.
Said Nursî
(Orjinal Sayfa:382)
Mu'cizât-ı Kur'aniye Risalesi
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
قُلْ لَئِنِ اجْتَمَعَتِ اْلاِنْسُ وَاْلجِنُّ عَلَى اَنْ يَاْتُوا ِبمِثْلِ هَذَا اْلقُرْاَنِ لاَ يَاْتُونَ ِبمِثْلِهوَلَوْ كَانَ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ ظَهِيرًا
Mahzen-i mu'cizât ve Mu'cize-i kübrâ-yı Ahmediye (A.S.M.) olan Kur'an-ı Hakîm-i Mu'ciz-ül Beyân'ın hadsiz vücuh-u i'câzından kırka yakın vücuh-u i'câziyeyi arabî risalelerimde ve arabî Risale-i Nur'da ve «İşarât-ül İ'caz» namındaki tefsirimde ve geçen şu yirmidört Sözlerde işaretler etmişiz. Şimdi onlardan yalnız beş vechini bir derece Beyân ve sâir vücuhu içlerinde icmâlen dercederek ve bir mukaddeme ile onun târif ve mahiyetine işaret edeceğiz.
Mukaddeme üç cüz'dür.
Birinci cüz': KUR'AN NEDİR? Târifi nasıldır?
Elcevab: (Ondokuzuncu Söz'de Beyân edildiği ve sâir sözlerde isbat edildiği gibi) Kur'an, şu kitab-ı kebir-i kâinatın bir tercüme-i ezeliyesi.. ve âyât-i tekviniyeyi okuyan mütenevvi dillerinin tercüman-ı ebedîsi.. ve şu âlem-i gayb ve şehadet kitabının müfessiri... Ve zeminde ve gökte gizli Esmâ-i İlahiyenin mânevî hazinelerinin keşşâfı.. ve sutûr-u hâdisâtın altında muzmer hakaikın miftahı.. ve âlem-i şehadette âlem-i gaybın lisanı.. ve şu âlem-i şehadet perdesi arkasında olan âlem-i gayb cihetinden gelen iltifatat-ı ebediye-i Rahmâniye ve hitâbât-ı ezeliye-i Sübhâniyyenin hazinesi..
(Orjinal Sayfa:383)
ve şu İslâmiyet âlem-i mânevîsinin güneşi, temeli, hendesesi.. ve avalim-i uhreviyenin mukaddes haritası... Ve Zât ve Sıfât ve Esmâ ve şuun-u İlahiyenin kavl-i şârihi, tefsir-i vâzıhı, bürhân-ı katıı, tercüman-ı sâtıı... Ve şu âlem-i insâniyetin mürebbisi.. ve insâniyet-i kübrâ olan İslâmiyetin mâ ve ziyâsı.. ve nev-i beşerin hikmet-i hakikiyesi.. ve insâniyeti saadete sevkeden hakikî mürşidi ve hâdîsi... ve insana hem bir kitab-ı şeriat, hem bir kitab-ı dua, hem bir kitab-ı hikmet, hem bir kitab-ı ubûdiyet, hem bir kitab-ı emir ve davet, hem bir kitab-ı zikir, hem bir kitab-ı fikir, hem bütün insanın bütün hâcât-ı mâneviyesine merci' olacak çok kitabları tâzammun eden tek, câmi' bir KİTAB-I MUKADDES'tir. Hem bütün evliya ve sıddıkîn ve urefa ve muhakkikînin muhtelif meşreblerine ve ayrı ayrı mesleklerine, her birindeki meşrebin mezâkına lâyık ve o meşrebi tenvir edecek ve herbir mesleğin mesâkına muvafık ve onu tasvir edecek birer risale ibraz eden mukaddes bir kütübhane hükmünde bir Kitab-ı Semâvî'dir.
İkinci cüz' ve tetimme-i târif: KUR'AN, arş-ı âzamdan, İsm-i âzamdan, her İsmin mertebe-i âzamından geldiği için, (Onikinci Söz'de Beyân ve isbat edildiği gibi) Kur'an, bütün âlemlerin Rabbi itibariyle Allah'ın kelâmıdır. Hem bütün mevcûdâtın İlâhı ünvanıyla Allah'ın fermanıdır. Hem bütün Semâvât ve Arzın Hâlıkı namına bir hitabdır. Hem Rubûbiyet-i Mutlaka cihetinde bir mükâlemedir. Hem saltanat-ı âmme-i Sübhâniye hesabına bir hutbe-i ezeliyedir. Hem rahmet-i vâsia-i muhita nokta-i nazarında bir Defter-i İltifatat-ı Rahmâniyedir. Hem ulûhiyetin âzamet-i haşmeti haysiyetiyle, başlarında bâzan şifre bulunan bir muhabere mecmuasıdır. Hem İsm-i âzamın muhitinden nüzul ile arş-ı âzamın bütün muhatına bakan ve teftiş eden hikmetfeşan bir Kitab-ı Mukaddes'tir. Ve şu sırdandır ki, «Kelâmullah» ünvanı Kemâl-i liyakatla Kur'ana verilmiş ve daima da veriliyor. Kur'andan sonra sâir enbiyanın kütüb ve suhufları derecesi gelir. Sâir nihayetsiz Kelimât-ı İlâhiyyenin ise bir kısmı dahi has bir itibarla, cüz'î bir ünvan ile, hususî bir tecelli ile, cüz'î bir isim ile ve has bir Rububiyyet ile ve mahsus bir saltanat ile ve hususî bir rahmet ile zâhir olan ilhâmât Sûretinde bir mükâlemedir. Melek ve beşer ve hayvanatın ilhamları, külliyet ve hususiyet îtibariyle çok muhteliftir.
Üçüncü Cüz': Kur'an, asırları muhtelif bütün enbiyânın kütüblerini ve meşrebleri muhtelif bütün evliyânın risalelerini ve mes-
(Orjinal Sayfa:384)
lekleri muhtelif bütün asfiyânın eserlerini icmâlen tâzammun eden ve cihat-ı sittesi parlak ve evhâm u şübehâtın zulümatından Mûsaffâ ve nokta-i istinadı, bilyakîn vahy-i semâvî ve kelâm-ı ezelî.. ve hedefi ve gayesi, bilmüşahede saadet-i ebediye.. içi, bilbedâhe hâlis hidâyet.. üstü, bizzarure envâr-ı îman.. altı, biilmelyakîn delil ve bürhân.. sağı, bittecrübe teslim-i kalb ve vicdan.. solu, biaynelyakîn teshir-i akıl ve iz'an... Meyvesi, bihakkalyakîn Rahmet-i Rahman ve dâr-ı cinan... Makamı ve revacı, bilhads-is sadık makbul-ü melek ve ins ü can bir Kitab-ı Semâvî'dir.
Kur'anın târifine dair üç cüz'ündeki sıfatların herbiri başka yerlerde kat'î isbat edilmiş veya isbat edilecektir. Dâvâmız mücerred değil, her birisi bürhân-ı kat'î ile müberhendir.
BİRİNCİ ŞU'LE: Bu şu'lenin üç şuaı var.
BİRİNCİ ŞUA: Derece-i i'câzda belâgat-ı Kur'aniyedir. O belâgat ise, nazmın cezâletinden ve hüsn-ü metânetinden ve üslûblarının bedâatinden, garib ve müstahsenliğinden ve Beyânının beraatinden, fâik ve safvetinden ve maânîsinin kuvvet ve hakkâniyyetinden ve lâfzının fesahâtinden, selâsetinden tevellüd eden bir belâgat-ı hârikulâdedir ki, benî-Âdemin en dâhî ediblerini, en hârika hatiblerini, en mütebahhir ülemâsını muârazaya davet edip binüçyüz senedir meydan okuyor, onların damarlarına şiddetle dokunuyor. Muârazaya davet ettiği halde, kibir ve gururlarından başını semâvâtâ vuran o dâhîler, Ona muâraza için ağız açamayıp Kemâl-i zilletle boyun eğdiler. İşte belâgatındaki vech-i i'câzı iki Sûretle işaret ederiz:
Birinci Sûret: İ'câzı vardır ve mevcûddur. Çünki Ceziret-ül Arab ahalisi o asırda ekseriyet-i mutlaka îtibariyle ümmî idi. Ümmîlikleri için mefâhirlerini ve vukuat-ı tarihiyyelerini ve mehâsin-i ahlâka yardım edecek durub-u emsallerini kitabet yerine şiir ve belâgat kaydıyla muhafaza ediyorlardı. Mânidar bir kelâm, şiir ve belâgat câzibesiyle eslaftan ahlafa hâfızalarda kalıp gidiyordu. İşte şu ihtiyac-ı fıtrî neticesi olarak o kavmin mânevî çarşı-yı ticaretlerinde en ziyade revaç bulan, fesâhât ve belâgat metâı idi. Hattâ bir kabilenin belîğ bir edibi, en büyük bir kahramân-ı millîsi gibi idi. En ziyâde onunla iftihar ediyorlardı. İşte İslâmiyetten sonra âlemi zekâlarıyla idare eden o zeki kavim, şu en revaçlı ve medâr-ı iftiharları ve ona şiddet-i ihtiyaçla muhtaç olan belâgatta akvam-ı âlemden en ileride ve en yüksek mertebede idiler. Belâgat, o kadar
(Orjinal Sayfa:385)
kıymetdar idi ki, bir edibin bir sözü için iki kavim büyük muharebe ederdi ve bir sözüyle Mûsalaha ediyorlardı. Hattâ onların içinde «Muallakat-ı Seb'a» namıyla yedi edibin yedi kasidesini altunla Kâ'be'nin duvarına yazmışlar, onunla iftihar ediyorlardı. İşte böyle bir zamanda, belâgat en revaçlı olduğu bir anda Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyân nüzul etti. Nasılki zaman-ı Mûsa Aleyhisselâm'da sihir ve zaman-ı Îsâ Aleyhisselâm'da tıb revaçta idi. Mu'cizelerinin mühimmi o cinsten geldi. İşte o vakit bülegâ-yı Arabı, en kısa bir Sûresine mukabeleye davet etti: وَاِنْ كُنْتُمْ فِى رَيْبٍ مِمَّا نَزّلْنَا عَلَى عَبْدِنَا فَاْتُوا بِسُورَةٍ مِنْ مِثْلِهِ fermanıyla onlara meydan okuyor. Hem der ki: «Îman getirmezseniz mel'unsunuz. Cehennem'e gireceksiniz.» Damarlarına şiddetle vuruyor. Gururlarını dehşetli Sûrette kırıyor. O kibirli akıllarını istihfaf ediyor. Onları bidâyeten îdâm-ı ebedî ile ve sonra da Cehennem'de îdâm-ı ebedî ile beraber dünyevî îdâm ile de mahkûm ediyor. Der: «Ya muâraza ediniz, yahut can ve malınız helâkettedir.»
İşte eğer muâraza mümkün olsaydı acaba hiç mümkün mü idi ki, bir-iki satırla muâraza edip dâvasını ibtal etmek gibi rahat bir çare varken, en tehlikeli, en müşkilatlı muharebe tarîkı ihtiyar edilsin! Evet o zeki kavim, o siyasî millet ki, bir zaman âlemi, siyasetle idare ettiği halde, en kısa ve rahat ve hafif bir yolu terketsin? En tehlikeli ve bütün mal ve canını belaya atacak uzun bir yolu ihtiyar etsin, hiç kabil midir! Çünki bir edibleri, birkaç hurufatla muâraza edebilseydi; Kur'an, dâvasından vazgeçerdi. Onlar da maddî ve mânevî helâketten kurtulurlardı. Halbuki muharebe gibi dehşetli, uzun bir yolu ihtiyar ettiler. Demek, muâraza-i bilhuruf mümkün değildi, muhaldi. Onun için muharebe-i bis-süyûfa mecbur oldular. Hem Kur'anı tanzir etmek, taklidini yapmak için gâyet şiddetli iki sebeb vardı. Birisi; düşmanın hırs-ı muârazası. Diğeri; dostlarının şevk-i taklîdidir ki, şu iki sâik-i şedid altında milyonlar Arabî kitablar yazılmış ki hiçbirisi ona benzemez. Âlim olsun, âmi olsun her kim Ona ve onlara baksa kat'iyen diyecek ki: «Kur'an, bunlara benzemez. Hiçbirisi Onu tanzir edemez.» Şu halde, ya Kur'an bütününün altındadır. Bu ise, bütün dost ve düşmanın ittifakıyla battaldır, muhaldir. Veya Kur'an, o yazılan umum kitabların fevkındedir.
(Orjinal Sayfa:386)
Eğer desen: Nasıl biliyoruz ki, kimse muârazaya teşebbüs etmedi? Kimse kendine güvenemedi mi ki, meydana çıksın? Birbirinin yardımı da mı faide etmedi?
Elcevab: Eğer muâraza mümkün olsaydı, alâküllihal kat'î teşebbüs edilecekti. Çünki izzet ve namus mes'elesi, can ve mal tehlikesi vardı. Eğer teşebbüs edilseydi, alâküllihal kat'î tarafdar pek çok bulunacaktı. Çünki hakka muarız ve muannid daima kesretli idi. Eğer tarafdar bulsaydı, alâküllihal iştihar bulacaktı. Çünki: Küçük bir mücadele, beşerin nazar-ı istiğrabını celbedip destanlarda iştihar eder. Şöyle acib bir mücadele ve vukuat ise gizli kalamaz. İslâmiyet aleyhinde tâ en çirkin ve en şenî' şeylere kadar nakledilir, meşhur olur. Halbuki: Muârazaya dair Müseylime-i Kezzâb'ın bir-iki fıkrasından başka nakledilmemiş. O Müseylime'de çendan belâgat varmış. Fakat hadsiz bir hüsn-ü cemâle mâlik olan Beyân-ı Kur'ana nisbet edildiği için, onun sözleri hezeyan Sûretinde tarihlere geçmiştir. İşte Kur'anın belâgatındaki i’câz, kat'iyen iki kerre iki dört eder gibi mevcûddur ki, iş böyle oluyor.
İkinci Sûret: Belâgatındaki i'câz-ı Kur'anînin hikmetini Beş Nokta'da Beyân edeceğiz.
Birinci Nokta: Kur'anın nazmında bir cezâlet-i hârika var. O nazımdaki cezâlet ve metâneti, «İşarat-ül İ'caz» baştan aşağıya kadar bu cezâlet-i nazmiyyeyi Beyân eder. Saatın saniye, dakika, saati sayan ve birbirinin nizâmını tekmil eden ne ise, Kur'an-ı Hakîm'in herbir cümledeki, hey'âtındaki nazım ve kelimelerindeki nizâm ve cümlelerin birbirine karşı münasebatındaki intizâmı öyle bir tarzda «İşarât-ül İ'cazda âhirine kadar Beyân edilmiştir. Kim isterse ona bakabilir ve bu nazımdaki cezâlet-i hârikayı bu Sûrette görebilir. Yalnız bir-iki misâl, bir cümlenin hey'atındaki nazmı göstermek için zikredeceğiz.
Meselâ: وَلَئِنْ مَسَّتْهُمْ نَفْحَةٌ مِنْ عَذَابِ رَبِّكَ Bu cümlede, azabı dehşetli göstermek için en azının şiddetle tesirini göstermekle göstermek ister. Demek taklîli ifade edecek cümlenin bütün heyetleri de bu taklile bakıp ona kuvvet verecek. İşte لَئِنْ lâfzı, teşkiktir. Şek, kıllete bakar. مَسَّ lâfzı, azıcık dokunmak-
(Orjinal Sayfa:387)
tır. Yine kılleti ifade eder. نَفْحَةٌ lâfzı maddesi, bir kokucuk olup kılleti ifade ettiği gibi, sîgası bire delâlet eder. Masdar-ı merre tâbir-i sarfiyyesinde biricik demektir, kılleti ifâde eder. نَفْحَةٌ daki tenvin-i tenkirî, taklâli içindir ki, o kadar küçük ki, bilinemiyor demektir. مِنْ lafzı, teb'îz içindir, bir parça demektir. Kılleti ifâde eder. عَذَابِ lâfzı; nekâl, ikâba nisbeten hafif bir nevi cezadır ki, kıllete işâret eder. رَبِّكَ lâfzı; Kahhar, Cebbâr, Müntakim'e bedel yine şefkati ihsas etmekle kılleti işaret ediyor. İşte bu kadar kılletteki bir parça azab böyle tesirli ise, ikab-ı İlahî ne kadar dehşetli olur kıyas edebilirsiniz diye ifade eder. İşte şu cümlede küçük heyetler nasıl birbirine bakıp yardım eder. Maksâd-ı küllîyi, herbiri kendi lisanıyla takviye eder. Şu misâl bir derece lafz ve maksada bakar.
İkinci misâl: وَِممَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ Şu cümlenin hey'âtı, sadakanın şerait-i kabûlünün beşine işaret eder.
Birinci Şart: Sadakaya muhtaç olmamak derecede sadaka vermek ki, مِمَّا lâfzındaki مِنْ -i teb'îz ile o şartı ifade eder.İkinci Şart: Ali'den alıp Veli'ye vermek değil, belki kendi malından vermektir. Şu şartı رَزَقْنَاهُمْ lafzı ifade ediyor. "Size rızık olandan veriniz" demektir.
Üçüncü Şart: Minnet etmemektir. Şu şarta رَزَقْنَا daki
(Orjinal Sayfa:38
نَا lafzı işaret eder. Yâni "Ben size rızkı veriyorum. Benim malımdan benim abdime vermekte minnetiniz yoktur."
Dördüncü Şart: Öyle adama veresin ki, nafakasına sarfetsin. Yoksa sefahete sarfedenlere sadaka makbûl olmaz. Şu şarta يُنْفِقُونَ lâfzı işaret ediyor.Beşinci Şart: Allah namına vermektir ki, رَزَقْنَاهُمْ ifade ediyor. Yâni "Mal benimdir, benim namımla vermelisiniz." Şu şartlarla beraber bir tevsi' de var. Yâni: Sadaka nasıl mal ile olur. İlim ile dâhi olur. Kavl ile, fiil ile, nasihat ile de oluyor. İşte şu aksâma مِمَّا lâfzındaki مَا umumiyetiyle işaret ediyor. Hem şu cümle de bizzât işaret ediyor. Çünki mutlaktır, umumu ifade eder. İşte sadakayı ifade eden şu kısacık cümlede, beş şart ile beraber geniş bir dairesini akla ihsan ediyor. Heyetiyle ihsas ediyor. İşte heyette böyle pek çok nazımlar var. Kelimâtın dahi birbirine karşı, aynen geniş böyle bir daire-i nazmiyyesi var. Sonra kelâmların da, meselâ: قُلْهُوَاللَّهُاَحَدٌ de altı cümle var. Üçü müsbet, üçü menfî. Altı mertebe-i tevhidi isbat etmekle beraber şirkin altı enva'ını reddeder. Herbir cümlesi öteki cümlelere hem delil olur, hem netice olur. Çünki herbir cümlenin iki mânâsı var. Bir mânâ ile netice olur, bir mânâ ile de delil olur. Demek Sûre-i İhlâs'ta otuz Sûre-i İhlâs kadar, muntâzam, birbirini isbat eder delillerden mürekkeb Sûreler vardır. Meselâ:
قُلْ هُوَ اللَّهُ ِلاَنَّهُ اَحَدٌ ، ِلاَنَّهُ صَمَدٌ ، ِلاَنَّهُ لَمْ يَلِدْ ، ِلاَنَّهُ لَمْ يُولَدْ ِلاَنَّهُ لَمْ يَكُنْ لَهُ كُفُوًا اَحَدٌ
(Orjinal Sayfa:389)
Hem:
وَلَمْ يَكُنْ لَهُ كُفُوًا اَحَدٌ ، ِلاَنَّهُ لَمْ يُولَدْ ، ِلاَنَّهُ لَم يَلِدْ ، ِلاَنَّهُ صَمَدٌ ، ِلاَنَّهُ اَحَدٌ ، ِلاَنَّهُ هُوَ اللَّهُ
Hem: هُوَ اللَّهُ فَهُوَ اَحَدٌ ، فَهُوَ صَمَدٌ ، فَاِذَا لَمْ يَلِدْ ، فَاِذَا لَمْ يُولَدْ ، فَاِذَا لَمْ يَكُنْ لَهُ كُفُوًا اَحَدٌ Daha sen buna göre kıyas et...
Meselâ: آلم ذلِكَ الْكِتَابُ لاَ رَيْبَ فِيهِ هُدًى لِلْمُتَّقِينَ Şu dört cümlenin herbirisinin iki mânâsı var. Bir mânâ ile öteki cümlelere delildir. Diğer mânâ ile onlara neticedir. Onaltı münasebet hatlarından bir nakş-ı nazmî-i i'câzî hasıl olur. «İşârât-ül İ'câz»da öyle bir tarzda Beyân edilmiş ki, bir nakş-ı nazmî-i i'câzî teşkil eder. Onüçüncü Söz'de Beyân edildiği gibi, güya ekser âyât-ı Kur'aniyenin herbirisi ekser âyâtın herbirisine bakar bir gözü ve nâzır bir yüzü vardır ki, onlara münasebatın hutût-u mâneviyesini uzatıyor. Birer nakş-ı i'câzî nescediyor. İşte «İşârât-ül İ'câz» baştan aşağıya kadar bu cezâlet-i nazmiyeyi şerhetmiştir.
İkinci Nokta: Mânâsındaki belâğat-ı hârikadır. Onüçüncü Söz'de Beyân olunan şu misâle bak: Meselâ: سَبَّحَ لِلَّهِ مَا فِى السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ وَهُوَ الْعَزِيزُ اْلحَكِيمُ âyetindeki belâgat-ı mâneviyeyi zevketmek istersen, kendini Nur-u Kur'andan evvel asr-ı câhiliyette, sahra-yı bedeviyette farzet ki, herşey zulmet-i cehil ve gaflet altında perde-i cümûd-u tabiata sarılmış olduğu bir anda Kur'anın lisan-ı semâvîsinden سَبَّحَ لِلَّهِ مَا فِى السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ veyahut تُسَبِّحُ لَهُ السَّموَاتُ السَّبْعُ وَاْلاَرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ gibi âyetleri işit,
(Orjinal Sayfa:390)
bak! Nasılki, o ölmüş veya yatmış olan mevcûdât-ı âlem سَبَّحَ... تُسَبِّحُ sadasıyla işitenlerin zihninde nasıl diriliyorlar, hüşyâr oluyorlar, kıyam edip zikrediyorlar. Ve o karanlık gökyüzünde birer câmid ateşpare olan yıldızlar ve yerde perişan mahlukat, تُسَبِّحُ sayhasıyla ve nuruyla işitenin nazarında gökyüzü bir ağız, bütün yıldızlar birer kelime-i hikmet-nümâ ve birer nur-u hakikat-edâ ve Küre-i Arz bir baş ve berr ve bahr, birer lisan ve bütün hayvanlar ve nebatlar birer kelime-i tesbih-feşan Sûretinde arz-ı dîdar eder. Meselâ: Onbeşinci Söz'de isbat edilen şu misâle bak:
يَا مَعْشَرَ اْلجِنِّ وَاْلاِنْسِ اِنِ اسْتَطَعْتُمْ اَنْ تَنْفُذُوا مِنْ اَقْطَارِ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ فَانْفُذُوا لاَ تَنْفُذُونَ اِلاَّ بِسُلْطَانٍ فَبِاَىِّ اَلآَءِ رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ يُرْسَلُ عَلَيْكُمَا شُوَاظٌ مِنْ نَارٍ وَ نُحَاسٌ فَلاَ تَنْتَصِرَانِ فَبِاَىِّ اَلآَءِ رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ وَلَقَدْ زَيَّنَّا السَّمَآءَ الدُّنْيَا ِبمَصَابِيحَ وَجَعَلْنَاهَا رُجُومًا لِلشَّيَاطِينِ
âyetlerini dinle bak ki, ne diyor? Diyor ki: "Ey acz ve hakareti içinde mağrur ve mütemerrid ve za'f ve fakrı içinde serkeş ve muannid olan ins ve cin! Emirlerime itâat etmezseniz haydi elinizden gelirse hudûd-u mülkümden çıkınız! Nasıl cesaret edersiniz ki, öyle bir Sultanın emirlerine karşı gelirsiniz; yıldızlar, aylar, güneşler, emirber neferleri gibi emirlerine itâat ederler. Hem tuğyanınızla öyle bir Hâkim-i Zülcelâl'e karşı mübareze ediyorsunuz ki, öyle âzametli muti' askerleri var. Faraza şeytanlarınız dayanabilseler, onları dağ gibi güllelerle recmedebilirler. Hem küfranınızla öyle bir Mâlik-i Zülcelâl'in memleketinde isyan ediyorsunuz ki, cünûdundan öyleleri var, değil sizin gibi küçük âciz mahluklar, belki farz-ı muhal olarak dağ ve Arz büyüklüğünde birer adüvv-ü kâfir olsaydınız, Arz ve dağ büyüklüğünde yıldızları, ateşli demirleri size atabilirler, sizi dağıtırlar. Hem öyle bir kanunu kırıyorsunuz ki, onunla öyleler bağlıdır, eğer lüzum olsa Arzınızı yüzünüze çarpar, gülleler gibi küreler misillü yıldızları üstünüze Allah'ın izniyle yağdırabilirler. Daha sâir
(Orjinal Sayfa:391)
âyâtın mânâlarındaki kuvvet ve belâgâtı ve ulviyyet-i ifadesini bunlara kıyas et.
Üçüncü Nokta: Üslûbundaki bedâat-i hârikadır. Evet Kur'anın üslûbları hem garibdir, hem bedi'dir, hem acibdir, hem mukni'dir. Hiçbir şeyi, hiçbir kimseyi, taklid etmemiş. Hiç kimse de Onu taklid edemiyor. Nasıl gelmiş, öyle o üslûblar taravetini, gençliğini, garabetini daima muhafaza etmiş ve ediyor. Ezcümle, bir kısım Sûrelerin başlarında şifre-misâl الم الر طه يس حمعسق gibi mukattaat hurufundaki üslûb-u bediîsi, beş-altı lem'a-i i'câzı tâzammun ettiğini "İşârât-ül İ'câz"da yazmışız. Ezcümle: Sûrelerin başında mezkûr olan huruf, hurufatın aksâm-ı mâlûmesi olan mechûre, mehmûse, şedîde, rahve, zelâka, kalkale gibi aksâm-ı kesîresinden herbir kısmından nısfını almıştır. Kabil-i taksim olmayan hafifinden nısf-ı ekser, sakilinden nısf-ı ekall olarak bütün aksamını tansif etmiştir. Şu mütedâhil ve birbiri içindeki kısımları ve ikiyüz ihtimal içinde mütereddid yalnız gizli ve fikren bilinmeyecek birtek yol ile umumu tansif etmek kabil olduğu halde, o yolda, o geniş mesâfede sevk-i kelâm etmek, fikr-i beşerin işi olamaz. Tesadüf hiç karışamaz. İşte bir şifre-i İlahiyye olan Sûrelerin başlarındaki huruf, bunun gibi daha beş-altı lem'a-i i’câziyyeyi gösterdikleriyle beraber ilm-i esrar-ı huruf ülemâsıyla evliyânın muhakkikleri şu mukattaattan çok esrar istihrac etmişler ve öyle hakaik bulmuşlar ki, onlarca şu mukattaat kendi başıyla gâyet parlak bir mu'cizedir. Onların esrarına ehil olmadığımız, hem umum göz görecek derecede isbat edemediğimiz için o kapıyı açamayız. Yalnız "İşârât-ül İ'câz"da şunlara dair Beyân olunan beş-altı lem'a-i i’câza havale etmekle iktifa ediyoruz.
Şimdi, esâlib-i Kur'aniyyeye sûre itibariyle, maksad itibariyle, âyât ve kelâm ve kelime itibariyle birer işaret edeceğiz. Meselâ:
Sûre-i عَمَّ ye dikkat edilse öyle bir üslûb-u bedi' ile âhireti, haşri, Cennet veþþþ Cehennem'in ahvâlini öyle bir tarzda gösteriyor ki, şu dünyadaki ef'âl-i İlahiyyeyi, âsâr-ı Rabbaniyyeyi o ahvâl-i uhreviyyeye birer birer bakar isbat eder gibi kalbi ikna' eder. Şu sûredeki üslûbun îzahı uzun olduğundan yalnız bir-iki noktasına işaret ederiz. Şöyle ki:
(Orjinal Sayfa:392)
Şu Sûrenin başında Kıyamet gününü isbât için der: "Size zemini güzel serilmiş bir beşik; dağları hânenize ve hayatınıza defineli direk, hazineli kazık; sizi birbirini sever, ünsiyyet eder çift; geceyi hâb-ı rahatınıza örtü; gündüzü meydân-ı maişet; Güneş'i ışık verici, ısındırıcı bir lâmba; bulutları âb-ı hayat çeşmesi gibi ondan suyu akıttım. Basit bir sudan bütün erzâkınızı taşıyan bütün çiçekli, meyveli muhtelif eşyayı kolay ve az bir zamanda îcad ederiz. Öyle ise, yevm-i fasl olan kıyamet sizi bekliyor. O günü getirmek bize ağır gelemez." İşte bundan sonra kıyamette dağların dağılması, semâvâtın parçalanması, Cehennem'in hâzırlanması ve Cennet ehline bağ ve bostan vermesini gizli bir Sûrette isbatlarına işaret eder. Mânen der: "Mâdem gözünüz önünde dağ ve zeminde şu işleri yapar. Âhirette dahi bunlara benzer işleri yapar." Demek sûrenin başındaki "dağ", kıyametteki dağların haline bakar ve bağ ise, âhirde ve âhiretteki hadîkaya ve bağa bakar. İşte sâir noktaları buna kıyas et, ne kadar güzel ve âlî bir üslûbu var, gör. Meselâ: قُلِ اللَّهُمَّ مَالِكَ اْلمُلْكِ تُؤْتِى اْلمُلْكَ مَنْ تَشَآءُ وَتَنْزِعُ اْلمُلْكَ ِممَّنْ تَشَآءُ ilâ âhir... Öyle bir üslûb-u âlîde benî-beşerdeki Şuunat-ı İlahiyyeyi ve gece ve gündüzün deveranındaki tecelliyat-ı İlahiyyeyi ve senenin mevsimlerinde olan Tasarrufat-ı Rabbaniyyeyi ve yeryüzünde hayat-memat, haşir ve neşr-i dünyeviyedeki icraat-ı Rabbaniyyeyi öyle bir ulvî üslûb ile Beyân eder ki, ehl-i dikkatin akıllarını teshir eder. Parlak ve ulvî geniş üslûbu, az dikkat ile göründüğü için şimdilik o hazineyi açmayacağız.
Meselâ: اِذَا السَّمَآءُ انْشَقَّتْ وَاَذِنَتْ لِرَبِّهَا وَحُقَّتْ وَاِذَا اْلاَرْضُ مُدَّتْ وَاَلْقَتْ مَا فِيهَا وَ تَخَلَّتْ وَاَذِنَتْ لِرَبِّهَا وَحُقَّتْ Gök ve zeminin Cenâb-ı Hakk'ın emrine karşı derece-i inkıyad ve itaatlerini şöyle âlî bir üslûb ile Beyân eder ki: Nasıl bir kumandan-ı âzam, mücahede ve manevra ve ahz-ı asker şûbeleri gibi mücahedeye lâzım işler için iki daireyi teşkil edip açmış. O mücahede, o muamele işi bittikten sonra o iki daireyi başka işlerde kullanmak ve tebdil ederek istimal etmek için o kumandan-ı âzam o iki daireye müteveccih olur. O daireler, herbirisi hademeleri lisanıyla veya nut-
(Orjinal Sayfa:393)
ka gelip kendi lisanıyla der ki: "Ey kumandanım bir parça mühlet ver ki, eski işlerin ufak tefeklerini,pırtı-mırtılarını temizleyip dışarı atayım, sonra teşrif ediniz. İşte atıp senin emrine hâzır duruyoruz. Buyurun ne yaparsanız yapınız. Senin emrine münkâdız. Senin yaptığın işler bütün hak, güzel, maslahattır." Öyle de: Semâvât ve Arz, böyle iki daire-i teklif ve tecrübe ve imtihan için açılmıştır. Müddet bittikten sonra Semâvât ve Arz, daire-i teklife ait eşyayı emr-i İlahiyle bertaraf eder. Derler: "Ya Rabbenâ! Buyurun, ne için bizi istihdam edersen et. Hakkımız sana itaattir. Her yaptığın şey de haktır." İşte, cümlelerindeki üslûbun haşmetine bak, dikkat et.
Hem meselâ:
يَآ اَرْضُ ابْلَعِى مَآءَ كِ وَيَا سَمَآءُ اَقْلِعِى وَغِيضَ اْلمَآءُ وَقُضِىَ اْلاَمْرُ وَاسْتَوَتْ عَلَى اْلجُودِىِّ وَقِيلَ بُعْدًا لِلْقَوْمِ الظَّاِلمِينَ
İşte bu âyetin bahr-ı belâgatından bir katreye işaret için bir üslûbunu bir temsil âyinesinde göstereceğiz. Nasıl bir harb-i umumîde bir kumandan, zaferden sonra ateş eden bir ordusuna "Ateş kes!" ve hücum eden diğer bir ordusuna "Dur!" der, emreder. O anda ateş kesilir, hücum durur. "İş bitti, istilâ ettik. Bayrağımız düşmanın merkezlerinde yüksek kalelerinin başında dikildi. Esfelüssâfilîne giden o edebsiz zâlimler cezalarını buldular" der.
Aynen öyle de: Padişah-ı Bîmisâl, kavm-i Nuh'un mahvı için Semâvât ve Arz'a emir vermiş. Vazifelerini yaptıktan sonra ferman ediyor: Ey Arz! Suyunu yut. Ey Semâ! Dur, işin bitti. Su çekildi. Dağın başında memur-u İlahînin çadır vazifesini gören gemisi kuruldu. Zalimler cezalarını buldular. İşte şu üslûbun ulviyyetine bak. "Zemin ve gök iki muti' asker gibi emir dinler, itaat ederler" diyor. İşte şu üslûb işaret eder ki, insanın isyanından kâinat kızıyor. Semâvât ve Arz hiddete geliyorlar ve şu işaretle der ki: "Yer ve gök iki muti' asker gibi emirlerine bakan bir Zâta isyan edilmez, edilmemeli." Dehşetli bir zecri ifade eder. İşte tufan gibi bir hâdise-i umumiyeyi bütün netâiciyle, hakaikıyla birkaç cümlede îcazlı, i’câzlı, cemâlli, icmâlli bir tarzda Beyân eder. Şu denizin sâir katrelerini şu katreye kıyas et.
Şimdi kelimelerin penceresiyle gösterdiği üslûba bak.
Meselâ: كَالْعُرْجُونِ الْقَدِيمِوَالْقَمَرَ قَدَّرْنَاهُ مَنَازِلَ حَتَّى عَادَdeki
(Orjinal Sayfa:394)
كَالْعُرْجُونِالْقَدِيمِ kelimesine bak, ne kadar lâtif bir üslûbu gösteriyor.
Şöyle ki: Kamer'in bir menzili var ki, Süreyya yıldızlarının dairesidir. Kameri, hilâl vaktinde hurmanın eskimiş beyaz bir dalına teşbih eder. Şu teşbih ile semânın yeşil perdesi arkasında güya bir ağaç bulunuyor ki beyaz, sivri, nurâni bir dalı, perdeyi yırtıp başını çıkarıp, Süreyya o dalın bir salkımı gibi ve sâir yıldızlar o gizli hilkat ağacının birer münevver meyvesi olarak işitenin hayalî olan gözüne göstermekle; medâr-ı maişetlerinin en mühimmi hurma ağacı olan sahra-nişinlerin nazarında ne kadar münasib, güzel, lâtif, ulvî bir üslûb-u ifade olduğunu zevkin varsa anlarsın.
Meselâ: Ondokuzuncu Söz'ün âhirinde isbat edildiği gibi, وَ الشَّمْسُ َتجْرِى لِمُسْتَقَرٍّ لَهَا deki تَجْرِى kelimesi şöyle bir üslûb-u âlîye pencere açar. Şöyle ki: تَجْرِى lafzıyla yâni: "Güneş döner" tâbiriyle kış ve yaz, gece ve gündüzün deveranındaki muntâzam tasarrufât-ı Kudret-i İlahiyeyi ihtar ile Sâniin âzametini ifham eder ve o mevsimlerin sahifelerinde kalem-i kudretin yazdığı mektubât-ı Samedâniyeye nazarı çevirir. Hâlık-ı Zülcelâl'in hikmetini i'lâm eder. وَجَعَلَالشَّمْسَسِرَاجًا Yâni, lâmba tâbiriyle şöyle bir üslûba pencere açar ki, şu âlem bir saray ve içinde olan eşya ise insana ve zîhayata ihzâr edilmiş müzeyyenat ve mat'umat ve levazımât olduğunu ve Güneş dahi müsahhar bir mumdar olduğunu ihtar ile Sâniin haşmetini ve Hâlıkın ihsanını ifham ederek tevhide bir delil gösterir ki, müşriklerin en mühim, en parlak Mâbud zannettikleri Güneş, müsahhar bir lâmba, câmid bir mahluktur. Demek سِرَاج tâbirinde Hâlıkın âzamet-i Rububiyyetindeki rahmetini ihtar eder. Rahmetin vüs'atindeki ihsanını ifham eder ve o ifhamda saltanatının haşmetindeki keremini ihsas eder ve bu ihsasta vahdâniyeti i'lam eder
(Orjinal Sayfa:395)
ve mânen der: "Câmid bir sirâc-ı müsahhar hiçbir cihette ibâdete lâyık olamaz." Hem cereyân-ı تَجْرِى tâbirinde gece gündüzün, kış ve yazın dönmelerindeki tasarrufat-ı muntâzama-i acibeyi ihtar eder ve o ihtarda, Rububiyyetinde münferid bir Sâniin âzamet-i kudretini ifham eder. Demek Şems ve Kamer noktalarından beşerin zihnini gece ve gündüz, kış ve yaz sahifelerine çevirir ve o sahifelerde yazılan hâdisatın satırlarına nazar-ı dikkati celbeder. Evet Kur'an Güneş'ten Güneş için bahsetmiyor. Belki onu ışıklandıran Zât için bahsediyor. Hem Güneş'in insana lüzumsuz olan mahiyetinden bahsetmiyor. Belki Güneş'in vazifesinden bahsediyor ki, San'at-ı Rabbâniyyenin intizâmına bir zenberek ve hilkat-i Rabbâniyyenin nizâmına bir merkez, hem Nakkaş-ı Ezelî'nin gece gündüz ipleriyle dokuduğu eşyadaki san'at-ı Rabbâniyyenin insicamına bir mekik vazifesini yapıyor. Daha sâir kelimât-ı Kur'aniyyeyi bunlara kıyas edebilirsin. Âdeta basit, me'luf birer kelime iken, lâtif mânâların definelerine birer anahtar vazifesini görüyor.
İşte ekseriyetle üslûb-u Kur'anın geçen tarzlarda ulvî ve parlak olduğundandır ki, bâzan bir bedevî arab birtek kelâma meftun olur. Müslüman olmadan secdeye giderdi. Bir bedevî فَاصْدَعْ بِمَا تُؤْمَرُ kelâmını işittiği anda secdeye gitti. Ona dediler: "Müslüman mı oldun?" "Yok dedi, ben şu kelâmın belâgatına secde ediyorum."
Dördüncü Nokta: Lafzındaki fesâhât-ı hârikasıdır. Evet Kur'an mânen üslûb-u Beyân cihetiyle fevkalâde belîğ olduğu gibi, lâfzında gâyet selis bir fesahati vardır. Fesahatin kat'î vücuduna, usandırmaması delildir ve fesahatin hikmetine, fenn-i Beyân ve maânînin dâhî ülemâsının şehadetleri bir bürhân-ı bâhirdir. Evet binler defa tekrar edilse usandırmıyor, belki lezzet veriyor. Küçük basit bir çocuğun hâfızasına ağır gelmiyor, hıfzedebilir. En hastalıklı, az bir sözden müteezzî olan bir kulağa nâhoş gelmiyor, hoş geliyor. Sekeratta olanın damağına şerbet gibi oluyor. Zemzeme-i Kur'an onun kulağında ve dimağında, aynen ağzında ve damağında mâ-i zemzem gibi leziz geliyor. Usandırmamasının sırr-ı hikmeti şudur ki: Kur'an, kulûbe kut ve gıda ve ukûle kuvvet ve gınâdır ve rûha mâ ve ziyâ ve nüfusa devâ ve şifâ olduğundan usandırmaz. Hergün ekmek yeriz, usanmayız. Fakat en güzel bir meyveyi her gün yesek, usan
(Orjinal Sayfa:396)
dıracak. Demek Kur'an, hak ve hakikat ve sıdk ve hidâyet ve hârika bir fesahat olduğundandır ki, usandırmıyor, daima gençliğini muhafaza ettiği gibi tarâvetini, halâvetini de muhafaza ediyor. Hattâ Kureyş'in rüesâsından müdakkik bir belîğ, müşrikler tarafından, Kur'anı dinlemek için gitmiş. Dinlemiş, dönmüş, demiş ki: Şu kelâmın öyle bir halâveti ve tarâveti var ki, kelâm-ı beşere benzemez. Ben şâirleri, kâhinleri biliyorum. Bu onların hiç sözlerine benzemez. Olsa olsa etbaımızı kandırmak için sihir demeliyiz." İşte Kur'an-ı Hakîm'in en muannid düşmanları bile fesahatinden hayran oluyorlar.
Kur'an-ı Hakîm'in âyetlerinde, kelâmlarında, cümlelerinde fesâhatin esbabını izah çok uzun gider. Onun için sözü kısa kesip yalnız nümune olarak bir âyetteki hurûf-u hecâiyyenin vaziyetiyle hasıl olan bir selaset ve fesahat-i lafziyyeyi ve o vaziyetten parlayan bir lem'a-i i’câzı göstereceğiz. İşte:
ثُمَّ اَنْزَلَ عَلَيْكُمْ مِنْ بَعْدِ الْغَمِّ اَمَنَةً نُعَاسًا يَغْشَى طَآئِفَةً مِنْكُمْ ilâ âhir. İşte şu âyette bütün huruf-u heca mevcûddur. Bak ki, sakil, ağır bütün aksâm-ı hurûf beraber olduğu halde selasetini bozmamış. Belki bir revnâk ve muhtelif tellerden mütenasib, mütesanid bir nağme-i fesâhat katmış. Hem şu lem'a-i i’câza dikkat et ki, hurûf-u hecâdan "ya" ile "elif" en hafif ve birbirine kalbolduğu için iki kardeş gibi her birisi yirmibir kerre tekrarı var. "Mim" ile "nun" (Haşiye-1) birbirinin kardeşi ve birbirinin yerine geçtiği için her birisi otuzüçer defa zikredilmiştir. ص .س. ش mahreççe, sıfatça, savtça kardeş oldukları için her biri üç defa, ع. غ kardeş oldukları halde ع daha hafif altı defa, غ sıkleti için yarısı olarak üç defa zikredilmiştir.
ط .ظ .ذ. ز
_____________________________
(Haşiye-1): Tenvin dahi nundur.
(Orjinal Sayfa:397)
mahreçce, sıfatça, sesçe kardeş oldukları için herbirisi ikişer defa, "lâm" ve "elif" ile beraber ikisi لا Sûretinde ittihad ettikleri ve "elif" لا Sûretinde hissesi "lâm"ın yarısıdır. Onun için "lâm" kırkiki defa, "elif" onun yarısı olarak yirmibir defa zikredilmiştir. "Hemze" "he" ile mahreççe kardeş oldukları için hemze (Haşiye-2) onüç, "hâ" bir derece daha hafif olduğu için ondört defa, ق. ف. ك kardeş oldukları için ق 'ın bir noktası fazla olduğu için ق on, ف dokuz, ك dokuz, ب dokuz, ت oniki, "ta"nın derecesi üç olduğu için oniki defa zikredilmiştir. ر "lâm"ın kardeşidir. Fakat ebced hesabıyla ر ikiyüz, "lâm" otuzdur. Altı derece yukarı çıktığı için altı derece aşağı düşmüştür. Hem ر telaffuzca tekerrür ettiğinden sakil olup yalnız altı defa zikredilmiştir. خ. ح. ث .ض Sıkletleri ve Bâzı cihat-ı münasebat için birer defa zikredilmiştir. "Vav" "hâ"den ve "hemze"den daha hafif ve "yâ"dan ve "elif"den daha sakil olduğu için onyedi defa, sakil hemzeden dört derece yukarı, hafif eliften dört derece aşağı zikredilmiştir.
İşte şu hurufun bu zikrinde hârikulâde bu vaziyet-i muntâzama ile ve o münâsebet-i hafiyye ile ve o güzel intizâm ve o dakik ve in
__________________________________
(Haşiye): Hemze, melfuz ve gayr-ı melfuz yirmibeştir ve hemzenin sâkin kardeşi elif'ten üç derece yukarıdır. Zira hareke üçtür.
(Orjinal Sayfa:39
ce nazm ve insicâm ile iki kerre iki dört eder derecede gösterir ki, beşer fikrinin haddi değil ki, şunu yapabilsin. Tesadüf ise muhaldir ki, ona karışsın. İşte şu vaziyet-i huruftaki intizâm-ı acib ve nizâm-ı garib, selaset ve fesahat-ı lafziyyeye medâr olduğu gibi, daha gizli çok hikmetleri bulunabilir. Mâdem hurûfâtında böyle intizâm gözetilmiş. Elbette kelimelerinde, cümlelerinde, mânâlarında öyle esrarlı bir intizâm, öyle envarlı bir insicâm gözetilmiş ki, göz görse "Mâşâallah", akıl anlasa "Bârekâllah" diyecek.
Beşinci Nokta: Beyânındaki beraattir. Yâni, tefevvuk ve metânet ve haşmettir. Nasılki nazmında cezâlet, lafzında fesahat, mânâsında belâgat, üslûbunda bedâat var. Beyânında dahi faik bir beraat vardır. Evet tergib ve terhib, medh ve zemm, isbat ve irşad, ifhâm ve ifhâm gibi bütün aksâm-ı kelâmiyyede ve tabakat-ı hitabiyyede Beyânât-ı Kur'aniyye en yüksek mertebededir.
Meselâ: Makam-ı tergib ve teşvikte hadsiz misâllerinden, meselâ Sûre-i هَلْاَتَىعَلَىاْلاِنْسَانِ de Beyânâtı, (Haşiye-1) âb-ı kevser gibi hoş, selsebil çeşmesi gibi selâsetle akar, cennet meyveleri gibi tatlı, hûri libası gibi güzeldir.
Makam-ı terhib ve tehdidde pek çok misâllerinden meselâ: هَلْاَتَيكَحَدِيثُالْغَاشِيَةِ Sûresinin başında beyânât-ı Kur'aniyye ehl-i dalâletin sımahında kaynayan rasas gibi, dimağında yakan ateş gibi, damağında yanan zakkum gibi, yüzünde saldıran cehennem gibi, midesinde acı, dikenli dari' gibi tesir eder. Evet bir zâtın tehdidini gösteren Cehennem gibi bir azab memuru, öfkesinden ve gayzından parçalanmak vaziyetini alması ve تَكَادُتَمَيَّزُمِنَالْغَيْظِ söylemesi, söyletmesi, o zâtın terhibi ne derece dehşetli olduğunu gösterir.
Makam-ı medhin binler misâllerinden, başında "Elhamdülillah" olan beş Sûrede Beyânât-ı Kur'aniyye Güneş gibi parlak, (Haşiye-2) yıldız gibi zînetli, semâvât ve zemin gibi haşmetli, melekler gibi sevimli, dünyada yavrulara
_______________________________
(Haşiye-1): Şu üslûb-u Beyân, o sûrenin meâlinin libasını giymiş.
(Haşiye-2): Şu tâbiratta o sûrelerdeki bahislere işaret var.
(Orjinal Sayfa:399)
rahmet gibi şefkatli, âhirette Cennet gibi güzeldir.
Makam-ı zemm ve zecirde binler misâllerinden meselâ: اَيُحِبُّ اَحَدُكُمْ اَنْ يَاْكُلَ َلحْمَ اَخِيهِ مَيْتًا âyetinde zemmi altı derece zemmeder. Gıybetten altı derece şiddetle zecreder. Şöyle ki: Mâlûmdur: Âyetin başındaki hemze, sormak (âyâ

mânâsındadır. O sormak mânâsı, su gibi âyetin bütün kelimelerine girer. İşte birinci hemze ile der: (Âyâ

sual ve cevab mahalli olan aklınız yok mu ki, bu derece çirkin bir şeyi anlamıyor? İkincisi: يُحِبُّ lafzı ile der: Âyâ, sevmek, nefret etmek mahalli olan kalbiniz bozulmuş mu ki, en menfur bir işi sever? Üçüncüsü: اَحَدُكُمْ kelimesiyle der: Cemâatten hayatını alan hayat-ı içtimaiye ve medeniyetiniz ne olmuş ki, böyle hayatınızı zehirleyen bir ameli kabûl eder? Dördüncüsü: اَنْيَاْكُلَلَحْمَ kelâmıyla der: İnsaniyetiniz ne olmuş ki, böyle canavarcasına arkadaşını dişle parçalamayı yapıyorsunuz? Beşincisi: اَخِيهِ kelimesiyle der: Hiç rikkat-i cinsiyeniz, hiç sıla-i rahminiz yok mu ki, böyle çok cihetlerle kardeşiniz olan bir mazlumun şahs-ı mânevîsini insafsızca dişliyorsunuz? Hiç aklınız yok mu ki, kendi âzanızı kendi dişinizle divâne gibi ısırıyorsunuz? Altıncısı: مَيْتًا kelâmıyla der: Vicdanınız nerede... Fıtratınız bozulmuş mu ki, en muhterem bir halde bir kardeşine karşı, etini yemek gibi en müstekreh bir iş yapılıyor? Demek zemm ve gıybet, aklen, kalben ve insâniyeten ve vicdânen ve fıtraten ve asabiyeten ve milliyeten mezmumdur. İşte bak! Nasılki, şu âyet, îcazkârâne altı mertebe zemmi zemmetmekle i’câzkârane altı derece o cürümden zecreder.
Makam-ı isbatta binler misâllerinden meselâ:
(Orjinal Sayfa:400)
فَانْظُرْ اِلَى اَثَارِ رَحْمَةِ اللَّهِ كَيْفَ يُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَآ اِنَّ ذلِكَ َلمُحْيِى اْلمَوْتَى وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ
de haşri isbat ve istib'adı izale için öyle bir tarzda Beyân eder ki, fevkınde isbat olamaz. Şöyle ki: Onuncu Söz'ün Dokuzuncu Hakikatında, Yirmiikinci Söz'ün Altıncı Lem'asında isbat ve izah edildiği gibi; her bahar mevsiminde ihyâ-yı arz keyfiyyetinde üçyüzbin tarzda haşrin nümunelerini nihayet derecede girift, birbirine karıştırdığı halde nihayet derecede intizâm ve temyiz ile nazar-ı beşere gösteriyor ki, bunları böyle yapan Zâta, Haşir ve Kıyamet ağır olamaz, der. Hem zeminin sahifesinde yüzbinler enva'ı, beraber birbiri içinde kalem-i kudretiyle hatâsız, kusursuz yazmak; bir tek Vâhid-i Ehad'in sikkesi olduğundan, şu âyetle Güneş gibi vahdâniyeti isbat etmekle beraber, Güneş'in tulû' ve gurubu gibi kolay ve kat'î, Kıyamet ve Haşri gösterir. İşte كَيْفَ lâfzındaki keyfiyet noktasında şu hakikatı gösterdiği gibi, çok Sûrelerde tafsil ile zikreder.
Meselâ: Sûre-i قوَالْقُرْاَنِالْمَجِيدِ de öyle parlak ve güzel ve şirin ve yüksek bir Beyânla haşri isbat eder ki, baharın gelmesi gibi kat'î bir Sûrette kanâat verir. İşte bak: Kâfirlerin, çürümüş kemiklerin dirilmesini inkâr ederek «Bu acibdir, olamaz» demelerin ecevaben اَفَلَمْ يَنْظُرُوآ اِلَى السَّمَآءِ فَوْقَهُمْ كَيْفَ بَنَيْنَاهَا وَ زَيَّنَّاهَا وَمَا لَهَا مِنْ فُرُوجٍ ilâ âhir-il âyet... كَذلِكَ اْلخُرُوجُ a kadar ferman ediyor. Beyânı su gibi akıyor. Yıldızlar gibi parlıyor. Kalbe hurma gibi hem lezzet, hem zevk veriyor, hem rızk oluyor. Hem makam-ı isbatın en lâtif misâllerinden: يس وَالْقُرْاَنِ اْلحَكِيمِ اِنَّكَ َلمِنَ اْلمُرْسَلِينَ der. Yâni, «Hikmetli Kur'ana kasem ederim. Sen Resûllerdensin.» Şu ka
(Orjinal Sayfa:401)
sem işaret eder ki, Risâletin hücceti o derece yakînî ve haktır ki, hakkaniyette makam-ı tâzim ve hürmete çıkmış ki, onunla kasem ediliyor. İşte şu işaret ile der: «Sen Resûlsün. Çünki senin elinde Kur'an var. Kur'an ise, haktır ve Hakk'ın kelâmıdır. Çünki içinde hakikî hikmet, üstünde sikke-i i'câz var.»
Hem makam-ı isbatın îcazlı ve i'câzlı misâllerinden şu:
قَالَ مَنْ يُحْيِى اْلعِظَامَ وَهِىَ رَمِيمٌ قُلْ يُحْيِيهَا الَّذِى اَنْشَاَهَآ اَوَّلَ مَرَّةٍ وَهُوَ بِكُلِّ خَلْقٍ عَلِيمٌ
Yâni; insan der: «Çürümüş kemikleri kim diriltecek?» Sen, de: «Kim onları bidayeten inşa edip hayat vermiş ise, o diriltecek.» Onuncu Söz'ün dokuzuncu hakikatının üçüncü temsilinde tasvir edildiği gibi; bir zât, göz önünde bir günde yeniden büyük bir orduyu teşkil ettiği halde, biri dese: «Şu zât, efradı istirahat için dağılmış olan bir taburu bir boru ile toplar. Tabur nizâmı altına getirebilir.» Sen ey insan, desen; «İnanmam.» Ne kadar divânece bir inkâr olduğunu bilirsin. Aynen onun gibi hiçten, yeniden ordu-misâl bütün hayvanat ve sâir zîhayatın tabur-misâl cesedlerini kemâl-i intizâmla ve mizan-ı hikmetle o bedenlerin zerratını ve letâifini «Emr-i kün feyekûn» ile kaydedip yerleştiren ve her karnda hattâ her baharda rûy-i zeminde yüzbinler ordu-misâl zevilhayat envâ'larını, taifelerini icad eden bir Zât-ı Kadîr-i Alîm, tabur-misâl bir cesedin nizâmı altına girmekle birbiriyle tanışmış zerrât-ı esâsiye ve eczâ-yı asliyeyi bir sayha ile Sûr-u İsrafil'in borusu ile nasıl toplayabilir? İstib'âd Sûretinde denilir mi? Denilse, eblehçesine bir divâneliktir.
Makam-ı irşadda beyânât-ı Kur'aniye o derece müessir ve rakiktir ve o derece mûnis ve şefiktir ki, şevk ile ruhu, zevk ile kalbi; aklı merakla ve gözü yaşla doldurur. Binler misâllerinden yalnız şu: ثُمَّ قَسَتْ قُلُوبُكُمْ مِنْ بَعْدِ ذَلِكَ فَهِىَ كَاْلحِجَارَةِ اَوْ اَشَدُّ قَسْوَةً ilâ âhir... Yirminci Söz'ün Birinci Makamı'nda üçüncü âyet mebhasinde isbat ve izah edildiği gibi Benî-İsrail'e der: «Mûsa Aleyhisselâm'ın asâsı gibi bir mu'cizesine karşı sert taş, oniki gözünden çeşme gibi yaş akıttığı halde, size ne olmuş ki, Mûsa Aleyhisselâm'ın bütün mu'cizâtına
(Orjinal Sayfa:402)
karşı lâkayd kalıp; gözünüz kuru, yaşsız, kalbiniz katı, ateşsiz duruyor?» O sözde şu mânâ-yı irşadî izah edildiği için oraya havale ederek burada kısa kesiyorum.
Makam-ı ifhâm ve ilzamda binler misâllerinden yalnız şu iki misâle bak: Birinci misâl:
وَاِنْ كُنْتُمْ فِى رَيْبٍ مِمَّا نَزّلْنَا عَلَى عَبْدِنَا فَاْتُوا بِسُورَةٍ مِنْ مِثْلِهِ وَادْعُوا شُهَدَآءَكُمْ مِنْ دُونِ اللَّهِ اِنْ كُنتُمْ صَادِقِينَ
Yâni: «Eğer, bir şübheniz varsa, size yardım edecek, şehadet edecek bütün büyüklerinizi ve taraftarlarınızı çağırınız. Birtek sûresine bir nazîre yapınız.» «İşârât-ül İ'câz»da izah ve isbat edildiği için burada yalnız icmâline işaret ederiz. Şöyle ki: Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyân diyor: «Ey ins ve cin! Eğer Kur'an, Kelâm-ı İlahî olduğunda şübheniz varsa, bir beşer kelâmı olduğunu tevehhüm ediyorsanız, haydi, işte meydan, geliniz! Siz dahi O'na Muhammed-ül Emin dediğiniz zât gibi, okumak yazmak bilmez, kıraat ve kitabet görmemiş bir ümmîden bu Kur'an gibi bir kitab getiriniz, yaptırınız. Bunu yapamazsanız, haydi ümmî olmasın, en meşhur bir edib, bir âlim olsun. Bunu da yapamazsanız, haydi birtek olmasın, bütün bülegânız, hutebânız, belki bütün geçmiş belîğlerin güzel eserlerini ve bütün gelecek ediblerin yardımlarını ve ilahlarınızın himmetlerini beraber alınız. Bütün kuvvetinizle çalışınız, şu Kur'ana bir nazîre yapınız. Bunu da yapamazsanız, haydi kabil-i taklid olmayan Hakaik-i Kur'aniyeden ve mânevî çok mu'cizâtından kat-ı nazar, yalnız nazmındaki belâgatına nazîre olarak bir eser yapınız.» فَاْتُوا بِعَشْرِ سُوَرٍ مِثْلِهِ مُفْتَرَيَاتٍ ilzâmıyla der: «Haydi sizden mânânın doğruluğunu istemiyorum. Müftereyat ve yalanlar ve bâtıl hikâyeler olsun. Bunu da yapamıyorsunuz. Haydi bütün Kur'an kadar olmasın, yalnız بِعَشْرِسُوَرٍ on Sûresine nazîre getiriniz. Bunu da yapamıyorsunuz. Haydi, birtek Sûresine nazîre getiriniz. Bu da çoktur. Haydi, kısa bir Sûresine bir nazîre ibraz ediniz. Hattâ, mâdem bunu da yapmazsanız ve yapamazsınız. Hem bu kadar muhtaç ol-
(Orjinal Sayfa:403)
duğunuz halde; çünki Haysiyet ve namusunuz, izzet ve dininiz, asabiyet ve şerefiniz, can ve malınız, dünya ve âhiretiniz, buna nazîre getirmekle kurtulabilir. Yoksa dünyada haysiyetsiz, namussuz, dinsiz, şerefsiz, zillet içinde, can ve malınız helâkette mahvolup ve âhirette النَّارَالَّتِىوَقُودُهَاالنَّاسُوَالْحِجَارَةُفَاتَّقُوا işaretiyle Cehennem'de haps-i ebedî ile mahkûm ve sanemlerinizle beraber ateşe odunluk edeceksiniz. Hem mâdem sekiz mertebe aczinizi anladınız. Elbette sekiz defa, Kur'an dahi mu'cize olduğunu bilmekliğiniz gerektir.
Ya îmânâ geliniz veyahut susunuz, Cehennem'e gidiniz!» İşte Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyân'ın makam-ı ifhâmdaki ilzamına bak ve de: لَيْسَبَعْدَالْبَيَانِالْقُرْاَنِبَيَانٌ Evet Beyân-ı Kur'andan sonra Beyân olamaz ve hacet kalmaz...