İkinci Misâl:
فَذَكِّرْ فَمَآ اَنْتَ بِنِعْمَتِ رَبِّكَ بِكَاهِنٍ وَلاَ مَجْنُونٍ اَمْ يَقُولُونَ شَاعِرٌ نَتَرَبَّصُ بِهِ رَيْبَ اْلمَنُونِ قُلْ تَرَبَّصُوا فَاِنِّى مَعَكُمْ مِنَ الْمُتَرَبِّصِينَ اَمْ تَاْمُرُهُمْ اَحْلاَمُهُمْ بِهذَا اَمْ هُمْ قَوْمٌ طَاغُونَ اَمْ يَقُولُونَ تَقَوَّلَهُ بَلْ لاَ يُؤْمِنُونَ فَلْيَاْتُوا بِحَدِيثٍ مِثْلِهِ اِنْ كَانُوا صَادِقِينَ اَمْ خُلِقُوا مِنْ غَيْرِ شَىْءٍ اَمْ هُمُ اْلخَالِقُونَ اَمْ خَلَقُوا السَّموَاتِ وَاْلاَرْضَ بَلْ لاَ يُوقِنُونَ اَمْ عِنْدَهُمْ خَزَآِنُ رَبِّكَ اَمْ هُمُ اْلمُصَيْطِرُونَ اَمْ لَهُمْ سُلَّمٌ يَسْتَمِعُونَ فِيهِ فَلْيَاْتِ مُسْتَمِعُهُمْ بِسُلْطَانٍ مُبِينٍ اَمْ لَهُ الْبَنَاتُ وَلَكُمُ الْبَنُونَ اَمْ تَسْاَلُهُمْ اَجْرًا فَهُمْ مِنْ مَغْرَمٍ مُثْقَلُونَ اَمْ عِنْدَهُمُ الْغَيْبُ فَهُمْ يَكْتُبُونَ اَمْ يُرِيدُونَ كَيْدًا فَالَّذِينَ كَفَرُوا هُمُ اْلمَكِيدُونَ اَمْ لَهُمْ اِلَهٌ غَيْرُ اللَّهِ سُبْحَانَ اللَّهِ عَمَّا يُشْرِكُونَ
(Orjinal Sayfa:404)
İşte şu âyâtın binler hakikatlerinden yalnız Beyân-ı ifhamiyeye misâl için bir hakikatını Beyân ederiz. Şöyle ki: اَمْ - اَمْ lafzıyla onbeş tabaka istifham-ı inkârî-i taaccübî ile ehl-i dalâletin bütün aksamını susturur ve şübehâtın bütün menşe'lerini kapatır. Ehl-i dalâlet için içine girip saklanacak şeytanî bir delik bırakmıyor, kapatıyor. Altına girip gizlenecek bir perde-i dalâlet bırakmıyor, yırtıyor. Yılanlarından hiçbir yılanı bırakmıyor, başını eziyor. Herbir fıkrada bir taifenin hülâsa-i fikr-i küfrîlerini ya bir kısa tâbir ile ibtal eder. Ya butlanı zâhir olduğundan sükûtla butlanını bedâhete havale eder veya başka âyetlerde tafsilen reddedildiği için burada mücmelen işaret eder. Meselâ: Birinci fıkra وَمَا عَلَّمْنَاهُ الشِّعْرَ وَمَا يَنْبَغِى لَهُ âyetine işaret eder. Onbeşinci fıkra ise لَوْ كَانَ فِيهِمَآ اَلِهَةٌ اِلاَّ اللَّهُ لَفَسَدَتَا âyetine remzeder. Daha sâir fıkraları buna kıyas et. Şöyle ki: Başta diyor: «Ahkâm-ı İâahiyyeyi tebliğ et. Sen kâhin değilsin. Zira kâhinin sözleri, karışık ve tahminîdir. Seninki, hak ve yakînîdir. Mecnun olamazsın, düşmanın dahi senin Kemâl-i aklına şehadet eder. اَمْ يَقُولُونَ شَاعِرٌ نَتَرَبَّصُ بِهِ رَيْبَ اْلمَنُونِ Âyâ, acaba muhâkemesiz âmi kâfirler gibi, sana şâir mi diyorlar. Senin helâketini mi bekliyorlar. Sen, de: «Bekleyiniz. Ben de bekliyorum.» Senin parlak büyük hakikatlerin, şiirin hayalatından münezzeh ve tezyinâtından müstağnidir.
اَمْتَاْمُرُهُمْاَحْلاَمُهُمْبِهذَا Yahut; acaba akıllarına güvenen akılsız feylesoflar gibi, «Aklımız bize yeter» deyip sana ittibâdan istinkaf mı ederler. Halbuki akıl ise, sana ittibaı emreder. Çünki: Bütün dediğin makuldür. Fakat akıl kendi başıyla ona yetişemez. اَمْهُمْقَوْمٌطَاغُونَ Yahut: İnkârlarına sebeb, tâgî zâlimler gibi,
(Orjinal Sayfa:405)
Hakk'a serfüru etmemeleri midir! Halbuki mütecebbir zalimlerin rüesâları olan Firavunların, Nemrudların âkibetleri mâlûmdur.
اَمْ يَقُولُونَ تَقَوَّلَهُ بَلْ لاَ يُؤْمِنُونَ Veyahut: Yalancı, vicdansız münafıklar gibi «Kur'an senin sözlerindir» diye seni ittiham mı ediyorlar! Halbuki, tâ şimdiye kadar sana Muhammed-ül Emin diyerek içlerinde seni en doğru sözlü biliyorlardı. Demek onların imânâ niyyetleri yoktur. Yoksa Kur'anın âsâr-ı beşeriye içinde bir nazîrini bulsunlar.
اَمْخُلِقُوامِنْغَيْرِشَيْءٍ Veyahut: Kâinatı abes ve gayesiz îtikad eden felâsife-i abesiyyun gibi kendilerini başıboş, hikmetsiz, gayesiz, vazifesiz, Hâlıksız mı zannediyorlar! Acaba gözleri kör olmuş, görmüyorlar mı ki, kâinat baştan aşağıya kadar hikmetlerle müzeyyen ve gayelerle müsmirdir ve mevcûdât, zerrelerden Güneşlere kadar vazifelerle muvazzaftır ve evâmir-i İlâhiyeye müsahharlardır.
اَمْهُمُاْلخَالِقُونَ Veyahut: Firavunlaşmış maddiyyun gibi, «Kendi kendine oluyorlar. Kendi kendini besliyorlar. Kendilerine lâzım olan herşeyi yaratıyorlar» mı tahayyül ediyorlar ki, îmândan, ubûdiyetten istinkâf ederler. Demek kendilerini birer Hâlık zannederler. Halbuki birtek şeyin Hâlıkı, herbir şeyin Hâlıkı olmak lâzım gelir. Demek kibir ve gururları onları nihayet derecede ahmaklaştırmış ki, bir sineğe, bir mikroba karşı mağlûb bir âciz-i mutlakı, bir Kadîr-i Mutlak zannederler. Mâdem bu derece akıldan, insâniyetten sukut etmişler. Hayvandan, belki cemadattan daha aşağıdırlar. Öyle ise, bunların inkârlarından müteessir olma. Bunları dahi, bir nevi muzır hayvan ve pis maddeler sırasına say. Bakma, ehemmiyet verme.
اَمْ خَلَقُوا السَّموَاتِ وَاْلاَرْضَ بَلْ لاَ يُوقِنُونَ Veyahut: Hâlıkı inkâr eden fikirsiz, sersem muattıla gibi, Allah'ı inkâr mı ediyorlar ki, Kur'anı dinlemiyorlar. Öyle ise, semâvat ve arzın vücudlarını inkâr etsinler veyahut «Biz halkettik» desinler. Bütün bütün aklın zıvanasından çıkıp, divaneliğin hezeyanına girsinler. Çünki semâda yıldızları kadar, zeminde çiçekleri kadar berahin-i tevhid görünüyor, okunuyor. Demek yakîne ve hakka niyetleri yoktur. Yok
(Orjinal Sayfa:406)
sa «Bir harf kâtibsiz olmaz» bildikleri halde, nasıl bir harfinde bir kitab yazılan şu kâinat kitabını, kâtibsiz zannediyorlar.
اَمْعِنْدَهُمْخَزَآئِنُرَبِّكَ Veyahut: Cenâb-ı Hakk'ın ihtiyarını nefyeden bir kısım hükemâ-yı dâlle gibi ve Berahime gibi asl-ı Nübüvveti mi inkâr ediyorlar? Sana îmân getirmiyorlar. Öyle ise, bütün mevcûdâtta görünen ve ihtiyar ve iradeyi gösteren bütün âsâr-ı hikmeti ve gayâtı ve intizâmâtı ve semerâtı ve âsâr-ı rahmet ve inayâtı ve bütün enbiyanın bütün mu'cizâtlarını inkâr etsinler veya «Mahlukata verilen ihsanatın hazineleri yanımızda ve elimizdedir» desinler. Kâbil-i hitab olmadıklarını göstersinler. Sen de onların inkârından müteellim olma. Allah'ın akılsız hayvanları çoktur, de.
اَمْهُمُاْلمُصَيْطِرُونَ Veyahut: Aklı hâkim yapan mütehakkim Mu'tezile gibi kendilerini Hâlıkın işlerine rakib ve müfettiş tahayyül edip Hâlık-ı Zülcelâl'i mes'ul tutmak mı istiyorlar? Sakın fütur getirme. Öyle hodbinlerin inkârlarından bir şey çıkmaz. Sen de aldırma.
اَمْ لَهُمْ سُلَّمٌ يَسْتَمِعُونَ فِيهِ فَلْيَاْتِ مُسْتَمِعُهُمْ بِسُلْطَانٍ مُبِينٍ Veyahut: Cin ve şeytana uyup kehanetfüruşlar, ispirtizmacılar gibi, âlem-i gayba başka bir yol mu bulunmuş zannederler? Öyle ise, şeytanlarına kapanan semâvata, onunla çıkılacak bir merdivenleri mi var tahayyül ediyorlar ki, senin semâvî haberlerini tekzib ederler. Böyle şarlatanların inkârları, hiç hükmündedir.
اَمْلَهُالْبَنَاتُوَلَكُمُالْبَنُونَ Veyahut: Ukûl-ü aşere ve erbâb-ül- enva namıyla şerikleri îtikad eden müşrik felâsife gibi ve yıldızlara ve melâikelere bir nevi ulûhiyet isnad eden Sabiiyyun gibi, Cenâb-ı Hakk'a veled nisbet eden mülhid ve dâllînler gibi, Zât-ı Ehad ve Samed'in vücub-u vücuduna, vahdetine, Samediyetine, istiğna-yı mutlakına zıd olan veledi nisbet ve melâikenin ubûdiyyetine ve ismetine ve cinsiyetine münafî olan ünûseti isnad mı ederler? Kendilerine şefaatçi mi zannederler ki, sana tâbi olmuyorlar? İnsan gibi mümkin, fâni, beka-yı nev'ine muhtaç ve cismanî ve mütecezzi, tekessüre kabil ve âciz, dünyaperest, yardımcı bir vârise müştak (Orjinal Sayfa:407)
mahluklar için vasıta-i tekessür ve teavün ve rabıta-i hayat ve beka olan tenasül, elbette ve elbette vücudu vâcib ve dâim, bekası ezelî ve ebedî, zâtı cismâniyetten mücerred ve muallâ ve mahiyeti tecezzî ve tekessürden münezzeh ve müberrâ ve kudreti aczden mukaddes ve bîhemta olan Zât-ı Zülcelâl'e evlâd isnad etmek, hem o âciz, mümkin, miskin insanlar dahi beğenmedikleri ve izzet-i mağrurânesine yakıştıramadıkları bir nevi evlâd yâni hadsiz kızları isnad etmek, öyle bir safsatadır ve öyle bir divânelik hezeyanıdır ki, o fikirde olan heriflerin tekzibleri, inkârları hiçtir. Aldırmamalısın. Herbir sersemin safsatasına, her divânenin hezeyanına kulak verilmez.
اَمْتَسْاَلُهُمْاَجْرًافَهُمْمِنْمَغْرَمٍمُثْقَلُونَ Veyahut: Hırsa, hıssete alışmış tâğî, bâğî dünyaperestler gibi senin tekalifini ağır mı buluyorlar ki, senden kaçıyorlar ve bilmiyorlar mı ki, sen ecrini, ücretini yalnız Allah'tan istiyorsun ve onlara Cenâb-ı Hak tarafından verilen maldan hem bereket, hem fakirlerin hased ve beddualarından kurtulmak için, ya on'dan veya kırk'tan birisini kendi fakirlerine vermek ağır bir şey midir ki, emr-i zekatı ağır görüp İslâmiyetten çekiniyorlar? Bunların tekzibleri ehemmiyetsiz olmakla beraber, hakları tokattır. Cevab vermek değil...
اَمْعِنْدَهُمُالْغَيْبُفَهُمْيَكْتُبُونَ Veyahut: Gayb-âşinâlık dâvâ eden Budeîler gibi ve umûr-u gaybiyyeye dair tahminlerini yakîn tahayyül eden akılfüruşlar gibi, senin gaybî haberlerini beğenmiyorlar mı? Gaybî kitabları mı var ki, senin gaybî kitabını kabûl etmiyorlar. Öyle ise, vahye mazhar resûllerden başka kimseye açılmayan ve kendi başıyla ona girmeye kimsenin haddi olmayan âlem-i gayb, kendi yanlarında hâzır, açık tahayyül edip ondan mâlûmat alarak yazıyorlar hülyasında bulunuyorlar. Böyle, haddinden hadsiz tecavüz etmiş mağrur hodfüruşların tekzibleri, sana fütur vermesin. Zira az bir zamanda senin hakikatlerin onların hülyalarını zîr ü zeber edecek.
اَمْ يُرِيدُونَ كَيْدًا فَالَّذِينَ كَفَرُوا هُمُ اْلمَكِيدُونَ Veyahut: Fıtratları bozulmuş, vicdanları çürümüş şarlatan münafıklar, dessas zındıklar gi
(Orjinal Sayfa:40

bi ellerine geçmeyen hidâyetten halkları aldatıp çevirmek, hile edip döndürmek mi istiyorlar ki, sana karşı kâh kâhin, kâh mecnun, kâh sâhir deyip, kendileri dahi inanmadıkları halde başkalarını inandırmak mı istiyorlar? Böyle hilebaz şarlatanları insan sayıp desiselerinden, inkârlarından müteessir olarak fütur getirme. Belki daha ziyade gayret et. Çünki onlar kendi nefislerine hile ederler, kendilerine zarar ederler ve onların fenalıkta muvaffakıyetleri muvakkattır ve istidracdır, bir mekr-i İlahîdir.
اَمْلَهُمْاِلهٌغَيْرُاللَّهِسُبْحَانَاللَّهِعَمَّايُشْرِكُونَ Veyahut: Hâlık-ı hayr ve hâlık-ı şer namıyla ayrı ayrı iki ilâh tevehhüm eden Mecusîler gibi ve ayrı ayrı esbaba bir nevi ulûhiyet veren ve onları kendilerine birer nokta-i istinad tahayyül eden esbabperestler, sanemperestler gibi başka ilâhlara dayanıp sana muâraza mı ederler? Senden istiğna mı ediyorlar? Demek لَوْ كَانَ فِيهِمَآ اَلِهَةٌ اِلاَّ اللَّهُ لَفَسَدَتَا hükmünce, şu bütün kâinatta gündüz gibi görünen bu intizâm-ı ekmeli, bu insicam-ı ecmeli kör olup görmüyorlar. Halbuki bir köyde iki müdür, bir şehirde iki vali, bir memlekette iki padişah bulunsa, intizâm zîr ü zeber olur ve insicam herc ü merce düşer. Halbuki sinek kanadından tâ semâvat kandillerine kadar o derece ince bir intizâm gözetilmiş ki, sinek kanadı kadar şirke yer bırakılmamış. Mâdem bunlar bu derece hilaf-ı akıl ve hikmet ve münafî-i his ve bedâhet hareket ediyorlar. Onların tekzibleri seni tezkirden vazgeçirmesin.»
İşte silsile-i hakaik olan şu âyâtın yüzer cevherlerinden yalnız ifham ve ilzama dair birtek cevher-i Beyânîsini icmâlen Beyân ettik. Eğer iktidarım olsaydı, birkaç cevherlerini daha gösterseydim, «Şu âyetler tek başıyla bir mu'cizedir» sen dahi diyecektin.
Amma ifham ve tâlimdeki Beyânât-ı Kur'aniye o kadar hârikadır, o derece letafetli ve selasetlidir; en basit bir âmi, en derin bir hakikatı onun Beyânından kolayca tefehhüm eder. Evet, Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyân, çok hakaik-i gamızayı nazar-ı umumîyi okşayacak, hiss-i âmmeyi rencide etmeyecek, fikr-i avâmı taciz edip yormayacak bir Sûrette basitane ve zâhirane söylüyor, ders veriyor. Nasıl bir çocukla konuşulsa, çocukça tâbirat istimal edilir. Öyle de: تَنَزُّلاَتٍ اِلَهِيَّةٍ اِلَى عُقُولِ الْبَشَرِ denilen mütekellim üslûbunda mu-
(Orjinal Sayfa:409)
hatâbın derecesine sözüyle nüzul edip öyle konuşan esalib-i Kur'aniye, en mütebahhir Hükemânın fikirleriyle yetişemediği hakaik-i gamıza-i İlâhiye ve esrar-ı Rabbâniyeyi müteşabihat Sûretinde bir kısım teşbihat ve temsilât ile en ümmî bir âmiye ifham eder. Meselâ: اَلرَّحْمنُعَلَىالْعَرْشِاسْتَوَى bir temsil ile rubûbiyet-i İlâhiyeyi saltanat misâlinde ve âlemin tedbirinde mertebe-i rubûbiyetini, bir Sultanın taht-ı saltanatında durup icra-yı hükûmet ettiği gibi bir misâlde gösteriyor. Evet Kur'an, bu kâinat Hâlık-ı Zülcelâlinin kelâmı olarak rubûbiyetinin mertebe-i âzamından çıkarak, umum mertebeler üstüne gelerek, o mertebelere çıkanları irşad ederek, yetmişbin perdelerden geçerek, o perdelere bakıp tenvir ederek, fehm ve zekâca muhtelif binler tabaka muhatâblara feyzini dağıtıp ve nurunu neşrederek kabiliyetçe ayrı ayrı asırlar, karnlar üzerinde yaşamış ve bu kadar mebzuliyetle mânâlarını ortaya saçmış olduğu halde Kemâl-i şebabetinden, gençliğinden zerre kadar zayi' etmeyerek gâyet taravette, nihayet letafette kalarak gâyet sühuletli bir tarzda, sehl-i mümteni' bir Sûrette, her âmiye anlayışlı ders verdiği gibi; aynı derste, aynı sözlerle fehimleri muhtelif ve dereceleri mütebayin pek çok tabakalara dahi ders verip ikna eden, işba' eden bir kitab-ı mu'ciznümânın hangi tarafına dikkat edilse, elbette bir lem'a-i i'câz görülebilir.
Elhasıl: Nasıl «Elhamdülillâh» gibi bir lafz-ı Kur'anî okunduğu zaman dağın kulağı olan mağarasını doldurduğu gibi; aynı lafz, sineğin küçücük kulakçığına da tamamen yerleşir. Aynen öyle de: Kur'anın mânâları, dağ gibi akılları işba' ettiği gibi, sinek gibi küçücük basit akılları dahi aynı sözlerle tâlim eder, tatmin eder. Zira Kur'an, bütün ins ve cinnin bütün tabakalarını îmânâ davet eder. Hem umumuna îmanın ulûmunu tâlim eder, isbat eder. Öyle ise, avâmın en ümmîsi havassın en ehassına omuz omuza, diz dize verip beraber ders-i Kur'anîyi dinleyip istifade edecekler. Demek Kur'an-ı Kerim, öyle bir mâide-i Semâviyedir ki, binler muhtelif tabakada olan efkâr ve ukûl ve kulûb ve ervah, o sofradan gıdalarını buluyorlar, müştehiyatını alıyorlar. Arzuları yerine gelir. Hattâ pekçok kapıları kapalı kalıp, istikbalde geleceklere bırakılmıştır. Şu makama misâl istersen, bütün Kur'an baştan nihayete kadar bu makamın misâlleridir. Evet bütün müçtehidîn ve sıddıkîn ve Hükemâ-i İslâmiye ve muhakkikîn ve ülemâ-i usûl-ül fıkıh ve mütekellimîn
(Orjinal Sayfa:410)
ve evliyâ-i ârifîn ve aktâb-ı âşıkîn ve müdakkikîn-i ülemâ ve avâm-ı müslimîn gibi Kur'anın tilmizleri ve dersini dinleyenleri, müttefikan diyorlar ki: «Dersimizi güzelce anlıyoruz.» Elhasıl, sâir makamlar gibi ifham ve tâlim makamında dahi Kur'anın lemaât-ı i'câzı parlıyor.
İKİNCİ ŞUA: Kur'anın câmiiyet-i hârikulâdesidir. Şu şuânın, beş lem'ası var.
Birinci Lem'a: Lafzındaki câmiiyettir. Elbette evvelki sözlerde, hem bu sözde zikrolunan âyetlerden şu câmiiyet aşikâre görünüyor. Evet لِكُلِّ اَيَةٍ ظَهْرًا وَبَطْنًا وَ حَدًّا مَطْلَعًا وَلِكُلٍّ شُجُونٍ وَغُصُونٍ وَ فُنُونٍ olan Hadîsin işaret ettiği gibi; elfâz-ı Kur'aniye, öyle bir tarzda vaz'edilmiş ki, herbir kelâmın, hattâ herbir kelimenin, hattâ herbir harfin, hattâ bâzan bir sükûnûn çok vücuhu bulunuyor. Herbir muhatâbına ayrı ayrı bir kapıdan hissesini verir.
Meselâ: وَالْجِبَالَاَوْتَادًا yâni: «Dağları zemininize kazık ve direk yaptım» bir kelâmdır. Bir âminin şu kelâmdan hissesi: Zâhiren yere çakılmış kazıklar gibi görünen dağları görür, onlardaki menafiini ve nimetlerini düşünür, Hâlıkına şükreder.
Bir şâirin bu kelâmdan hissesi: Zemin, bir taban; ve kubbe-i semâ, üstünde konulmuş yeşil ve elektrik lâmbalarıyla süslenmiş bir muhteşem çadır, ufkî bir daire Sûretinde ve semânın etekleri başında görünen dağları, o çadırın kazıkları misâlinde tahayyül eder. Sâni'-i Zülcelâline hayretkârane perestiş eder.
Hayme-nişin bir edibin bu kelâmdan nasibi: Zeminin yüzünü bir çöl ve sahra; dağların silsilelerini pek kesretle ve çok muhtelif bedevî çadırları gibi, güya tabaka-i türâbiye, yüksek direkler üstünde atılmış, o direklerin sivri başları o perde-i türâbiyeyi yukarıya kaldırmış, birbirine bakar pek çok muhtelif mahlukatın meskeni olarak tasavvur eder. O büyük âzametli mahlukları, böyle yeryüzünde çadırlar misillü kolayca kuran ve koyan Fâtır-ı Zülcelâline karşı secde-i hayret eder.
Coğrafyacı bir edibin o kelâmdan kısmeti: Küre-i zemin, bahr-ı
(Orjinal Sayfa:411)
muhit-i havaîde veya esîrîde yüzen bir sefine ve dağları, o sefinenin üstünde tesbit ve müvazene için çakılmış kazıklar ve direkler şeklinde tefekkür eder. O koca küre-i zemini, muntâzam bir gemi gibi yapıp, bizleri içine koyup, aktar-ı âlemde gezdiren Kadîr-i ZülKemâl'e karşı سُبْحَانَكَمَآاَعْظَمَشَانَكَ der.
Medeniyet ve hey'et-i içtimaiyenin mütehassıs bir hakîminin bu kelâmdan hissesi: Zemini, bir hâne ve o hâne hayatının direği, hayat-ı hayvaniye ve hayat-ı hayvaniye direği, şerait-i hayat olan su, hava ve topraktır. Su ve hava ve toprağın direği ve kazığı, dağlardır. Zira dağlar, suyun mahzeni, havanın tarağı (gazat-ı muzırrayı tersib edip, havayı tasfiye eder) ve toprağın hâmisi (bataklıktan ve denizin istilâsından muhafaza eder) ve sâir levazımat-ı hayat-ı insâniyenin hazinesi olarak fehmeder. Şu koca dağları, şu Sûretle hâne-i hayatımız olan zemine direk yapan ve maişetimize hazinedâr tâyin eden Sâni'-i Zülcelâl Vel'ikram'a, Kemâl-i tazim ile hamd ü sena eder.
Hikmet-i tabiiyenin bir feylesofunun şu kelâmdan nasibi şudur ki: Küre-i zeminin karnında Bâzı inkılâbat ve imtizacâtın neticesi olarak hasıl olan zelzele ve ihtizazatı, dağların zuhuruyla sükûnet bulduğu ve medâr ve mihverindeki istikrarına ve zelzelenin irticacıyla medâr-ı senevîsinden çıkmamasına sebeb, dağların hurûcu olduğunu ve zeminin hiddeti ve gadabı, dağların menafiziyle teneffüs etmekle sükûnet ettiğini fehmeder, tamamen îmânâ gelir. اَلْحِكْمَةُلِلَّهِ der.
Meselâ اَنَّالسَّموَاتِوَاْلاَرْضَكَانَتَارَتْقًافَفَتَقْنَاهُمَا daki رَتْقًا kelimesi, tedkikat-ı felsefe ile âlûde olmayan bir âlime, o kelime şöyle ifhâm eder ki: Semâ berrak, bulutsuz; zemin kuru ve hayatsız, tevellüde gayr-ı kabil bir halde iken.. semâyı yağmurla, zemini hazrevatla fethedip bir nevi izdivac ve telkîh Sûretinde bütün zîhayatları o sudan halketmek, öyle bir Kadîr-i Zülcelâl'in işidir ki; rûy-i zemin, onun küçük bir bostanı ve semânın yüz örtüsü olan bulutlar, onun bostanında bir süngerdir anlar, âzamet-i kudretine secde eder. Ve muhakkik bir hakîme, o kelime şöyle ifhâm eder ki:
(Orjinal Sayfa:412)
Bidayet-i hilkatte semâ ve arz şekilsiz birer küme ve menfaatsiz birer yaş hamur, veledsiz mahlukatsız toplu birer madde iken; Fâtır-ı Hakîm, onları feth ve bastedip güzel bir şekil, menfaatdar birer Sûret, zînetli ve kesretli mahlukata menşe' etmiştir anlar. Vüs'at-i hikmetine karşı hayran olur. Yeni zamanın feylesofuna şu kelime şöyle ifhâm eder ki: Manzume-i Şemsiyeyi teşkil eden küremiz, sâir seyyareler, bidayette Güneş'le mümteziç olarak açılmamış bir hamur şeklinde iken; Kadîr-i Kayyum o hamuru açıp, o seyyareleri birer birer yerlerine yerleştirerek, Güneş'i orada bırakıp, zeminimizi buraya getirerek, zemine toprak sererek, semâ canibinden yağmur yağdırarak, Güneş'ten ziya serptirerek dünyayı şenlendirip bizleri içine koymuştur anlar, başını tabiat bataklığından çıkarır, «Âmentü billâhi-l Vâhid-ül Ehad» der.
Meselâ: وَ الشَّمْسُ َتجْرِى لِمُسْتَقَرٍّ لَهَا daki «Lâm»; hem kendi mânâsını, hem «fî» mânâsını, hem «ilâ» mânâsını ifade eder. İşte لِمُسْتَقَرٍّ in «Lâmı», avâm o «Lâmı» «ilâ» mânâsında görüp fehmeder ki, size nisbeten ışık verici, ısındırıcı müteharrik bir lâmba olan Güneş, elbette bir gün seyri bitecek, mahall-i kararına yetişecek, size faidesi dokunmayacak bir Sûret alacaktır, anlar. O da, Hâlık-ı Zülcelâl'in Güneş'e bağladığı büyük nimetleri düşünerek «Sübhânallah, Elhamdülillâh» der. Ve âlime dahi o «Lâmı» «ilâ» mânâsında gösterir. Fakat güneşi yalnız bir lâmba geğil belki bahar ve yaz tezgahında dokunan mensucat-ı Rabbâniyenin bir mekiği, gece gündüz sahifelerinde yazılan mektûbât-ı Samedâniyenin mürekkebi, nur bir hokkası Sûretinde tasavvur ederek Güneş'in cereyan-ı sûrîsi alâmet olduğu ve işaret ettiği intizâmat-ı âlemi düşündürerek Sâni'-i Hakîm'in san'atına «Mâşâallah» ve hikmetine «Bârekâllah» diyerek secdeye kapanır. Ve kozmoğrafyacı bir feylesofa «lâmı» «fî» mânâsında şöyle ifham eder ki: Güneş, kendi merkezinde ve mihveri üzerinde zenberekvari bir cereyan ile manzumesini emr-i İlahî ile tanzim edip tahrik eder. Şöyle bir saat-ı kübrâyı halkedip tanzim eden Sâni'-i Zülcelâline karşı Kemâl-i hayret ve istihsan ile «El-âzametü lillâh ve-l kudretü lillâh» der felsefeyi atar, hikmet-i Kur'aniyeye girer. Ve dikkatli bir hakîme şu «lâmı», hem illet mânâsında, hem zarfiyet mânâsında tutturup şöyle ifham eder ki:
(Orjinal Sayfa:413)
«Sâni'-i Hakîm, işlerine esbab-ı zâhiriyeyi perde ettiğinden, cazibe-i umumiye namında bir kanun-u İlâhîsiyle sapan taşları gibi seyyareleri Güneş'le bağlamış ve o câzibe ile muhtelif fakat muntâzam hareketle o seyyareleri daire-i hikmetinde döndürüyor ve o câzibeyi tevlid için Güneş'in kendi merkezinde hareketini zâhirî bir sebeb etmiş. Demek لِمُسْتَقَرٍّ mânâsı: فِى مُسْتَقَرٍّ لَهَا ِلاِسْتِقْرَارِ مَنْظُومَتِهَا yâni, kendi müstekarrı içinde manzumesinin istikrarı ve nizâmı için hareket ediyor. Çünki hareket harareti, hararet kuvveti, kuvvet cazibeyi zâhiren tevlid eder gibi bir âdet-i İlahiye, bir kanun-u Rabbanîdir. İşte şu hakîm, böyle bir hikmeti, Kur'anın bir harfinden fehmettiği zaman, "Elhamdülillah Kur'andadır hak hikmet, felsefeyi beş paraya saymam" der. Ve şâirane bir fikir ve kalb sahibine şu "lâm"dan ve istikrardan şöyle bir mânâ fehmine gelir ki: "Güneş, nurani bir ağaçtır. Seyyareler onun müteharrik meyveleri... Ağaçların hilafına olarak Güneş silkinir, tâ o meyveler düşmesin. Eğer silkinmezse, düşüp dağılacaklar." Hem tahayyül edebilir ki: "Şems meczub bir ser-zâkirdir. Halka-i zikrin merkezinde cezbeli bir zikreder ve ettirir." Bir risalede şu mânâya dair şöyle demiştim: "Eve0.t Güneş bir meyvedârdır; silkinir tâ düşmesin seyyar olan yemişleri. Eğer sükûtuyla sükûnet eylese, cezbe kaçar, ağlar fezâda muntâzam meczubları.»
Hem meselâ اُولَئِكَ هُمُ اْلمُفْلِحُونَ da bir sükût var, bir ıtlak var. Neye zafer bulacaklarını tâyin etmemiş. Tâ herkes istediğini içinde bulabilsin. Sözü az söyler, tâ uzun olsun. Çünki bir kısım muhatâbın maksadı ateşten kurtulmaktır. Bir kısmı yalnız Cennet'i düşünür. Bir kısım, saadet-i ebediyeyi arzu eder. Bir kısım, yalnız rıza-yı İlâhîyi rica eder. Bir kısım, rü'yet-i İlahiyeyi gaye-i emel bilir ve hakeza.. bunun gibi pek çok yerlerde Kur'an, sözü mutlak bırakır, tâ âmm olsun. Hazfeder, tâ çok mânâları ifade etsin. Kısa keser, tâ herkesin hissesi bulunsun. İşte اَلْمُفْلِحُونَ der. Neye felah bulacaklarını tâyin etmiyor. Güya o sükûtla der: «Ey müslümanlar!.. Müjde size. Ey müttaki!.. Sen Cehennem'den felah bulursun.
(Orjinal Sayfa:414)
Ey sâlih!.. Sen Cennet'e felah bulursun. Ey ârif!.. Sen rıza-yı İlahîye nail olursun. Ey âşık!.. Sen rü'yete mazhar olursun.» ve hakeza... İşte Kur'an, câmiiyet-i lafziye cihetiyle kelâmdan, kelimeden, huruftan ve sükûttan her birisinin binler misâllerinden yalnız nümune olarak birer misâl getirdik. Âyeti ve kıssatı bunlara kıyas edersin.
Meselâ: فَاعْلَمْاَنَّهُلاَاِلهَاِلاَّاللّهُوَاسْتَغْفِرْلِذَنْبِكَ âyeti, o kadar vücuhu var ve o derece merâtibi var ki, bütün tabakat-ı evliya, bütün sülûklerinde ve mertebelerinde şu âyete ihtiyaçlarını görüp ondan kendi mertebesine lâyık bir gıda-yı mânevî, bir taze mânâ almışlar. Çünki «Allah» bir ism-i câmi' olduğundan esmâ-i hüsnâ adedince tevhidler, içinde bulunur. اَىْ لاَ رَزَّاقَ اِلاَّ هُوَ لاَ خَالِقَ اِلاَّ هُوَ لاَ رَحْمنَ اِلاَّ هُوَ ve hakeza. Hem meselâ: Kasas-ı Kur'aniyeden kıssa-i Mûsa Aleyhisselâm, âdeta Asâ-yı Mûsa Aleyhisselâm gibi binler faideleri var. O kıssada, hem Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ı teskin ve teselli, hem küffarı tehdid, hem münafıkları takbih, hem Yahudileri tevbih gibi çok makasıdı, pekçok vücuhu vardır. Onun için Sûrelerde tekrar edilmiştir. Her yerde bütün maksadları ifade ile beraber yalnız birisi maksud-u bizzât olur, diğerleri ona tabi kalırlar.
Eğer desen: «Geçmiş misâllerdeki bütün mânâları nasıl bileceğiz ki, Kur'an onları irade etmiş ve işaret ediyor?»
Elcevab: Mâdem Kur'an bir hutbe-i ezeliyedir. Hem muhtelif, tabaka tabaka olarak asırlar üzerinde ve arkasında oturup dizilmiş bütün benî-Âdeme hitab ediyor, ders veriyor. Elbette o muhtelif efhâma göre müteaddid mânâları dercedip irade edecektir ve iradesine emâreleri vaz'edecektir. Evet «İşârât-ül İ'câz»da şuradaki mânâlar misillü kelimât-ı Kur'aniyenin müteaddid mânâlarını İlm-i Sarf ve Nahv'in kaideleriyle ve İlm-i Beyân ve Fenn-i Maânî'nin düsturlarıyla, Fenn-i Belâgat'ın kanunlarıyla isbat edilmiştir. Bununla beraber ulûm-u Arabiyece sahih ve usûl-i diniyece hak olmak şartıyla ve Fenn-i Maânîce makbul ve İlm-i Beyânca münasib ve belâgatça müstahsen olan bütün vücuh ve maânî, ehl-i içtihad ve ehl-i tefsir ve ehl-i usûl-üd din ve ehl-i usûl-ül fıkhın icmâıyla ve ihtilaflarının şehadetiyle Kur'anın mânâlarındandırlar. O ma
(Orjinal Sayfa:415)
nalara, derecelerine göre birer emâre vaz'etmiştir. Ya lafziyedir, ya mâneviyedir. O mâneviye ise, ya siyak veya sibak-ı kelâmdan veya başka âyetten birer emâre o mânâya işaret eder. Bir kısmı yirmi ve otuz ve kırk ve altmış, hattâ seksen cild olarak muhakkikler tarafından yazılan yüzbinler tefsirler, Kur'anın câmiiyet ve hârikıyet-i lafziyesine kat'î bir bürhân-ı bâhirdir. Her ne ise... Biz şu sözde herbir mânâya delâlet eden emâreyi kanunuyla, kaidesiyle göstersek söz çok uzanır. Onun için kısa kesip kısmen «İşârât-ül İ'câz»a havale ederiz.
İkinci Lem'a: Mânâsındaki câmiiyet-i hârikadır. Evet, Kur'an bütün müçtehidlerin me'hazlerini, bütün âriflerin mezâklarını, bütün vâsılların meşreblerini, bütün kâmillerin mesleklerini, bütün muhakkiklerin mezheblerini; mânâsının hazinesinden ihsan etmekle beraber, daima onlara rehber ve terakkiyatlarında her vakit onlara mürşid olup, o tükenmez hazinesinden onların yollarına neşr-i envar ettiği bütün onlarca Mûsaddaktır ve müttefek-un aleyhtir.
Üçüncü Lem'a: İlmindeki câmiiyet-i hârikadır. Evet Kur'an, şeriatın müteaddid ve çok ilimlerini, hakikatın mütenevvi ve kesretli ilimlerini, tarîkatın muhtelif ve hadsiz ilimlerini, kendi ilminin denizinden akıttığı gibi, daire-i mümkinatın hakikî hikmetini ve daire-i vücubun ulûm-u hakikiyesini ve daire-i âhiretin maarif-i gamızasını, o denizinden muntâzaman ve kesretle akıtıyor. Şu lem'aya misâl getirilse, bir cild yazmak lâzım gelir. Öyle ise, yalnız nümune olarak şu yirmibeş aded Sözleri gösteriyoruz. Evet, bütün yirmibeş aded Sözler'in doğru hakikatleri, Kur'anın bahr-i ilminden ancak yirmibeş katredir. O Sözler'de kusur varsa, benim fehm-i kasırıma aittir.
Dördüncü Lem'a: Mebahisindeki câmiiyet-i hârikadır. Evet, insan ve insanın vazifesi, kâinat ve Hâlık-ı Kâinat'ın, arz ve semâvatın, dünya ve âhiretin, mâzi ve müstakbelin, ezel ve ebedin mebahis-i külliyelerini cem'etmekle beraber nutfeden halketmek, tâ kabre girinceye kadar; yemek, yatmak âdâbından tut, tâ kaza ve kader mebhaslerine kadar; altı gün hilkat-i âlemden tut tâ
وَاْلمُرْسَلاَتِ ، وَالذَّارِيَاتِ kasemleriyle işaret olunan rüzgârların esmesindeki vazifelerine kadar; وَمَا تَشَآؤُنَ اِلآَّ اَنْ يَشَآءَ اللَّهُ
(Orjinal Sayfa:416)
يَحُولُبَيْنَاْلمَرْءِوَقَلْبِهِ işaratıyla, insanın kalbine ve iradesine müdahalesinden tut, tâ وَالسَّموَاتُمَطْوِيَّاتٌبِيَمِينِهِ yâni, bütün semâvatı bir kabzasında tutmasına kadar; وَجَعَلْنَافِيهَاجَنَّاتٍمِنْنَخِيلٍوَاَعْنَابٍ zeminin çiçek ve üzüm ve hurmasından tut, tâ اِذَازُلْزِلَتِاْلاَرْضُزِلْزَالَهَا ile ifade ettiği hakikat-ı acibeye kadar; ve semânın ثُمَّاسْتَوَىاِلَىالسَّمَاءِوَهِىَدُخَانٌ hâletindeki vaziyetinden tut, tâ duhanla inşikakına ve yıldızlarının düşüp hadsiz fezâda dağılmasına kadar ve dünyanın imtihan için açılmasından-, tâ kapanmasına kadar ve âhiretin birinci menzili olan kabirden, sonra berzahtan, haşirden, köprüden tut, tâ Cennet'e, tâ saadet-i ebediyeye kadar; mâzi zamanının vukuatından, Hazret-i Âdem'in hilkat-ı cesedinden, iki oğlunun kavgasından tâ Tufana, tâ kavm-i Firavunun garkına, tâ ekser enbiyanın mühim hâdisatına kadar ve اَلَسْتُبِرَبِّكُمْ işaret ettiği hâdise-i ezeliyeden tut, tâ وُجُوهٌيَوْمَئِذٍنَاضِرَةٌاِلَىرَبِّهَانَاظِرَةٌ ifade ettiği vakıa-i ebediyeye kadar bütün mebahis-i esâsiyeyi ve mühimmeyi öyle bir tarzda Beyân eder ki, o Beyân, bütün kâinatı bir saray gibi idare eden ve dünyayı ve âhireti iki oda gibi açıp kapayan ve zemin bir bahçe ve semâ, misbahlarıyla süslendirilmiş bir dam gibi tasarruf eden ve mâzi ve müstakbel, bir gece ve gündüz gibi nazarına karşı hâzır iki sahife hükmünde temaşa eden ve ezel ve ebed, dün ve bugün gibi silsile-i şuunatın iki tarafı birleşmiş, ittisal peyda etmiş bir Sûrette bir zaman-ı hâzır gibi onlara bakan bir Zât-ı Zülcelâl'e yakışır bir tarz-ı Beyândır. Nasıl bir usta, bina ettiği ve idare ettiği iki hâneden bahseder. Proğramını ve işlerinin liste ve fihristesini yapar. Kur'an dahi, şu kâinatı yapan ve idare eden ve işlerinin listesini ve fihristesini -tâbir caiz ise- proğramını yazan, gösteren bir zâtın Beyânına yakışır bir tarzdadır. Hiçbir cihetle eser-i tasannu'
(Orjinal Sayfa:417)
ve tekellüf görünmüyor. Hiçbir şaibe-i taklid veya başkasının hesabına ve onun yerinde kendini farzedip konuşmuş gibi bir hud'anın emâresi olmadığı gibi bütün ciddiyetiyle, bütün safvetiyle, bütün hulusuyla safî, berrak, parlak Beyânı, nasıl gündüzün ziyası «Güneş'ten geldim» der. Kur'an dahi, «Ben, Hâlık-ı Âlem'in Beyânıyım ve kelâmıyım» der. Evet şu dünyayı antika san'atlarla süslendiren ve lezzetli nimetlerle dolduran ve san'atperverane ve nimetperverane şu derece san'atının acibeleriyle, şu derece kıymetdar nimetlerini dünyanın yüzüne serpen, sıra-vari tanzim eden ve zeminin yüzünde seren, güzelce dizen bir Sâni', bir Mün'imden başka şu velvele-i takdir ve istihsanla ve zemzeme-i hamd ü şükranla dünyayı dolduran ve zemini bir zikirhane, bir mescid, bir temaşagâh-ı san'at-ı İlahiyeye çeviren Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyân kime yakışır ve kimin kelâmı olabilir? Ondan başka kim ona sahib çıkabilir? Ondan başka kimin sözü olabilir? Dünyayı ışıklandıran ziya, Güneş'ten başka hangi şeye yakışır? Tılsım-ı kâinatı keşfedip âlemi ışıklandıran Beyân-ı Kur'an, Şems-i Ezelî'den başka kimin nuru olabilir? Kimin haddine düşmüş ki, ona nazîre getirsin, onun taklidini yapsın? Evet, bu dünyayı san'atlarıyla zînetlendiren bir san'atkârın, san'atını istihsan eden insanla konuşmaması muhaldir. Mâdem ki, yapar ve bilir; elbette konuşur. Mâdem konuşur, elbette konuşmasına yakışan Kur'andır. Bir çiçeğin tanziminden lâkayd kalmayan bir Mâlik-ül Mülk, bütün mülkünü velveleye veren bir kelâma karşı nasıl lâkayd kalır? Hiç başkasına mal edip hiçe indirir mi?
Beşinci Lem'a: Kur'anın üslûb ve îcazındaki câmiiyet-i hârikadır. Bunda «Beş Işık» var.
Birinci Işık: Üslûb-u Kur'anın o kadar acib bir cem'iyeti var ki, birtek Sûre, kâinatı içine alan bahr-i muhit-i Kur'anîyi içine alır. Birtek âyet, o Sûrenin hazinesini içine alır. Âyetlerin çoğu, herbirisi birer küçük Sûre, Sûrelerin çoğu, herbirisi birer küçük Kur'andır. İşte şu, i’câzkârane îcazdan büyük bir lütf-u irşaddır ve güzel bir teshildir. Çünki herkes, her vakit Kur'ana muhtaç olduğu halde, ya gabavetinden veya başka esbaba binaen her vakit bütün Kur'anı okumayan veyahut okumaya vakit ve fırsat bulamayan adamlar, Kur'andan mahrum kalmamak için, herbir Sûre, birer küçük Kur'an hükmüne, hattâ herbir uzun âyet, birer kısa Sûre makamına geçer. Hattâ Kur'an Fatiha'da, Fatiha dahi Besmele'de münderic oldu
(Orjinal Sayfa:41

ğuna ehl-i keşif müttefiktirler. Şu hakikata bürhân ise, ehl-i tahkikin icmâıdır.
İkinci Işık: Âyât-ı Kur'aniye, emir ve nehy, va'd ve vaîd, tergib ve terhib, zecr ve irşad, kısas ve emsal, ahkâm ve maarif-i İlahiye ve ulûm-u kevniye ve kavanin ve şerait-i hayat-ı şahsiye ve hayat-ı içtimaiye ve hayat-ı kalbiye ve hayat-ı mâneviye ve hayat-ı uhreviye gibi umum tabakat-ı kelâmiye ve maarif-i hakikiye ve hâcât-ı beşeriyeye delalatıyla, işaratıyla câmi' olmakla beraber, خُذْمَاشِئْتَلِمَاشِئْتَ yâni, «İstediğin herşey için Kur'andan her ne istersen al» ifade ettiği mânâ, o derece doğruluğuyla makbul olmuş ki, ehl-i hakikat mabeyninde durub-u emsal sırasına geçmiştir. Âyât-ı Kur'aniyede öyle bir câmiiyet var ki, her derde deva, her hacete gıda olabilir. Evet, öyle olmak lâzım gelir. Çünki daima terakkiyatta kat'-ı merâtib eden bütün tabakat-ı ehl-i Kemâlin rehber-i mutlakı elbette şu hâsiyete mâlik olması elzemdir.
Üçüncü Işık: Kur'anın i'câzkârane îcazıdır. Kâh olur ki, uzun bir silsilenin iki tarafını öyle bir tarzda zikreder ki, güzelce silsileyi gösterir.
Hem kâh olur ki, bir kelimenin içine sarihan, işareten, remzen, îmâen bir dâvanın çok bürhânlarını derceder. Meselâ: وَمِنْاَيَاتِهِخَلْقُالسَّموَآتِوَاْلاَرْضِوَاخْتِلاَفُاَلْسِنَتِكُمْوَاَلْوَانِكُمْ de âyât ve delâil-i vahdâniyet silsilesini teşkil eden silsile-i hilkat-ı kâinatın mebde' ve mühtehasını zikr ile o ikinci silsileyi gösterir, birinci silsileyi okutturuyor. Evet bir Sâni'-i Hakîm'e şehadet eden sahaif-i âlemin birinci derecesi, semâvat ve arzın asl-ı hilkatleridir. Sonra gökleri yıldızlarla tezyin ile zeminin zîhayatlarla şenlendirilmesi, sonra Güneş ve Ay'ın teshiriyle mevsimlerin değişmesi, sonra gece ve gündüzün ihtilaf ve deveranı içindeki silsile-i şuunattır. Daha gele gele tâ kesretin en ziyade intişar ettiği mahal olan sîmaların ve seslerin hususiyetlerine ve imtiyazlarına ve teşahhuslarına kadar... Mâdem ki en ziyade intizâmdan uzak ve tesadüfün karışmasına maruz olan ferdlerin sîmalarındaki teşahhusatta hayret verici bir intizâm-ı hakîmane bulunsa, üzerinde gâyet san'atkâr bir hakîmin kalemi işlediği gösterilse, elbette intizâmları zâhir olan sâir sahifeler kendi kendine anlaşılır, nakkaşını gösterir. Hem mâdem koca semâvat ve arzın asl-ı hilkatinde eser-i san'at ve hikmet görünüyor.
(Orjinal Sayfa:419)
Elbette kâinat sarayının binasında temel taşı olarak gökleri ve zemini hikmetle koyan bir Sâniin sâir eczalarında eser-i san'atı, nakş-ı hikmeti pekçok zâhirdir. İşte şu âyet, hafîyi izhar, zâhirîyi ihfa ederek gâyet güzel bir îcaz yapmış.
Elhak: فَسُبْحَانَ اللَّهِ حِينَ تُمْسُونَ den tut, tâ وَلَهُ اْلمَثَلُ اْلاَعْلَى فِى السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ e kadar altı defa وَمِنْ آيَاتِهِ وَمِنْ آيَاتِهِ ile başlayan silsile-i berahin, bir silsile-i cevâhirdir, bir silsile-i nurdur, bir silsile-i i'câzdır, bir silsile-i îcaz-ı i'câzîdir. Kalb istiyor ki, şu definelerde gizli olan elmasları göstereyim. Fakat ne yapayım makam kaldırmıyor. Başka vakte talik edip, o kapıyı şimdi açmıyorum.
Hem meselâ: فَاَرْسِلُونِ يُوسُفُ اَيُّهَا الصِّدِّيقُ فَاَرْسِلُونِ kelâmıyla يُوسُفُ kelimesi ortalarında şunlar var:
اِلَى يُوسُفَ ِلاَسْتَعْبَرَ مِنْهُ الرُّؤْيَا فَاَرْسَلُوهُ فَذَهَبَ اِلَىالسِّجْنِ وَ قَالَ يُوسُفُ
Demek beş cümleyi bir cümlede icmâl edip îcaz ettiği halde vuzuhu ihlâl etmemiş, fehmi işkal etmemiş.
Hem meselâ: اَلَّذِىجَعَلَلَكُمْمِنَالشَّجَرِاْلاَخْضَرِنَارًا İnsan-ı âsi, «Çürümüş kemikleri kim diriltecek» diye meydan okur gibi inkârına karşı Kur'an der: «Kim bidayeten yaratmış ise, o diriltecek. O yaratan zât ise, herbir şeyi herbir keyfiyette bilir. Hem size yeşil ağaçtan ateş çıkaran bir zât, çürümüş kemiğe hayat verebilir.» İşte şu kelâm, diriltmek dâvasına müteaddid cihetlerle bakar, isbat eder. Evvelâ, insana karşı ettiği silsile-i ihsanatı şu kelâmıyla başlar, tahrik eder, hatıra getirir. Başka âyetlerde tafsil ettiği için kısa keser, akla havale eder. Yâni, size ağaçtan meyveyi ve ateşi ve ottan erzakı ve hububu ve topraktan hububatı ve nebâtatı verdiği gibi, zemini size
(Orjinal Sayfa:420)
hoş -herbir erzakınız içinde konulmuş- bir beşik ve âlemi, güzel ve bütün levazımatınız içinde bulunur bir saray yapan bir zâttan kaçıp başıboş kalıp, ademe gidip saklanılmaz. Vazifesiz olup kabre girip uyandırılmamak üzere rahat yatamazsınız. Sonra o dâvanın bir deliline işaret eder: الشَّجَرِاْلاَخْضَرِ kelimesiyle remzen der: «Ey haşri inkâr eden adam! Ağaçlara bak! Kışta ölmüş, kemikler gibi hadsiz ağaçları baharda dirilten, yeşillendiren, hattâ herbir ağaçta yaprak ve çiçek ve meyve cihetiyle üç haşrin nümunelerini gösteren bir zâta karşı inkâr ile, istib'ad ile kudretine meydan okunmaz.» Sonra bir delile daha işaret eder, der: «Size ağaç gibi kesif, sakil, karanlıklı bir maddeden ateş gibi lâtif, hafif, nurani bir maddeyi çıkaran bir zâttan, odun gibi kemiklere ateş gibi bir hayat ve nur gibi bir şuur vermeyi nasıl istib'ad ediyorsunuz?» Sonra bir delile daha tasrih eder der ki: «Bedevîler için kibrit yerine ateş çıkaran meşhur ağacın, yeşil iken iki dalı birbirine sürüldüğü vakit ateşi yaratan ve rutubetiyle yeşil ve hararetiyle kuru gibi iki zıd tabiatı cem'edip, onu buna menşe etmekle herbir şey hattâ anasır-ı asliye ve tabayi-i esâsiye, onun emrine bakar, onun kuvvetiyle hareket eder, hiçbirisi başıboş olup tabiatıyla hareket etmediğini gösteren bir zâttan, topraktan yapılan ve sonra toprağa dönen insanı, topraktan yeniden çıkarması istib'ad edilmez. İsyan ile ona meydan okunmaz. Sonra Hazret-i Mûsa Aleyhisselâm'ın şecere-i meşhuresini hatıra getirmekle şu dâva-yı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm, Mûsa Aleyhisselâm'ın dahi dâvasıdır. Enbiyanın ittifakına hafî bir îma edip, şu kelimenin îcazına bir letafet daha katar.
Dördüncü Işık: Îcaz-ı Kur'anî o derece câmi' ve hârıktır, dikkat edilse görünüyor ki: Bâzan bir denizi bir ıbrıkta gösteriyor gibi pek geniş ve çok uzun ve küllî düsturları ve umumî kanunları, basit ve âmi fehimlere merhameten basit bir cüz'üyle, hususî bir hâdise ile gösteriyor. Binler misâllerinden yalnız iki misâline işaret ederiz.
Birinci Misâl: Yirminci Söz'ün Birinci Makamında tafsilen Beyân olunan üç âyettir ki, şahs-ı Âdem'e tâlim-i Esmâ ünvanıyla nev-i benî-Âdeme ilham olunan bütün ulûm ve fünunun tâlimini ifade eder ve Âdem'e, Melâikenin secde etmesi ve şeytanın etmemesi hâ-
(Orjinal Sayfa:421)
disesiyle nev-i insana semekten meleğe kadar ekser mevcûdât müsahhar olduğu gibi, yılandan şeytana kadar muzır mahlukatın dahi ona itaat etmeyip düşmanlık ettiğini ifade ediyor. Hem kavm-i Mûsa (A.S.) bir bakarayı, bir ineği kesmekle Mısır bakar-perestliğinden alınan ve «İcl» hâdisesinde tesirini gösteren bir bakar-perestlik mefkuresinin Mûsa Aleyhisselâm'ın bıçağıyla kesildiğini ifade ediyor. Hem taştan su çıkması, çay akması ve dağılıp yuvarlanması ünvanıyla tabaka-i türabiye altında olan taş tabakası, su damarlarına hazinedârlık ve toprağa analık ettiğini ifade ediyor.
İkinci Misâl: Kur'anda çok tekrar edilen kıssa-i Mûsa Aleyhisselâm'ın cümleleri ve cüz'leridir ki, herbir cümlesi, hattâ herbir cüz'ü, bir düstur-u küllînin ucu olarak gösterilmiş ve o düsturu ifade ediyor. Meselâ, يَاهَامَانُابْنِلِىصَرْحًا Firavun, vezirine emreder ki: «Bana yüksek bir kule yap, semâvatın halini rasad edip bakacağım. Semânın gidişatından acaba Mûsa'nın (A.S.) dâva ettiği gibi semâda tasarruf eden bir İlah var mıdır?» İşte صَرْحًا kelimesiyle ve şu cüz'î hâdise ile, dağsız bir çölde olduğundan dağları arzulayan ve Hâlıkı tanımadığından tabiat-perest olup rubûbiyet dâva eden ve âsâr-ı ceberutlarını göstermekle ibka-yı nam eden, şöhret-perest olup dağ-misâl meşhur ehramları bina eden ve sihir ve tenasühe kail olup cenazelerini mumya edip dağ misillü mezarlarda muhafaza eden Mısır firavunlarının an'anesinde hükümferma bir düstur-u acibi ifade eder. Meselâ: فَالْيَوْمَنُنَجِّيكَبِبَدَنِكَ Gark olan Firavuna der: «Bugün senin gark olan cesedine necat vereceğim» ünvanıyla umum Firavunların tenasüh fikrine binaen cenazelerini mumyalamakla mâziden alıp müstakbeldeki ensal-i âtiyenin temaşagâhına göndermek olan mevt-âlûd, ibretnümâ bir düstur-u hayatiyelerini ifade etmekle beraber, şu asr-ı âhirde o gark olan Firavunun aynı cesedi olarak keşfolunan bir beden, o mahall-i gark denizinden sahile atıldığı gibi, zamanın denizinden asırların mevceleri
(Orjinal Sayfa:422)
üstünde şu asır sahiline atılacağını, mu'cizane bir işaret-i gaybiyeyi, bir lem'ayı i'câzı ve bu tek kelime bir mu'cize olduğunu ifade eder.
Hem meselâ: يُذَبِّحُونَاَبْنَاءَكُمْوَيَسْتَحْيُونَنِسَاءَكُمْ Benî-İsrail,in, oğullarının kesilip, kadın ve kızlarını hayatta bırakmak; bir Firavun zamanında yapılan bir hâdise ünvanıyla, Yahudi milletinin ekser memleketlerde her asırda maruz olduğu müteaddid katliamları, kadın ve kızları hayat-ı beşeriye-i sefihanede oynadıkları rolü ifade eder.
وَلَتَجِدَنَّهُمْ اَحْرَصَ النَّاسِ عَلَى حَيَوةٍ وَتَرَى كَثِيرًا مِنْهُمْ يُسَارِعُونَ فِى اْلاِثْمِ وَالْعُدْوَانِ وَاَكْلِهِمُ السُّحْتَ لَبِئْسَ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ وَيَسْعَوْنَ فِى اْلاَرْضِ فَسَادًا وَاللّهُ لاَ يُحِبُّ اْلمُفْسِدِينَ وَقَضَيْنَا اِلَى بَنِى اِسْرَائِيلَ فِى الْكِتَابِ لَتُفْسِدُنَّ فِى اْلاَرْضِ مَرَّتَيْنِ وَلاَ تَعْثَوْا فِى اْلاَرْضِ مُفْسِدِينَ
Yahudilere müteveccih şu iki hükm-ü Kur'anî, o milletin hayat-ı içtimaiye-i insâniyede dolap hilesiyle çevirdikleri şu iki müdhiş düstur-u umumîyi tâzammun eder ki, hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeyi sarsan ve sa'y ü ameli, sermaye ile mübareze ettirip fukarayı zenginlerle çarpıştıran, muzaaf riba yapıp bankaları tesise sebebiyet veren ve hile ve hud'a ile cem'-i mal eden o millet olduğu gibi, mahrum kaldıkları ve daima zulmünü gördükleri hükûmetlerden ve galiblerden intikamlarını almak için her çeşit fesad komitelerine karışan ve her nevi ihtilâle parmak karıştıran yine o millet olduğunu ifade ediyor. Meselâ: فَتَمَنَّوُا اْلمَوْتَ "Eğer doğru iseniz, mevti isteyiniz. Hiç istemeyeceksiniz.» İşte meclis-i Nebevîde küçük bir Cemâatin cüz'î bir hâdise ünvanıyla, milel-i insâniye içinde hırs-ı hayat ve havf-ı mematla en meşhur olan millet-i Yehud'un tâ kıyamete kadar lisan-ı halleri, mevti istemeyeceğini ve hayat hırsını
bırakmayacağını ifade eder. Meselâ: ...