islamsevdasi
  Forum
 
=> Daha kayıt olmadın mı?

Sitemize Üye OLduğunuz İçin Teşekür Ederiz.Üye OLmak için Daha kayıt olmadın mı? TıKlayınız!!!

Forum - Yirmibeşinci Söz sözler 25. söz-C-

Burdasın:
Forum => Risale-i Nur => Yirmibeşinci Söz sözler 25. söz-C-

<-Geri

 1 

Devam->


Haci
(şimdiye kadar 230 posta)
10.07.2008 12:51 (UTC)[alıntı yap]
ضُرِبَتْ عَلَيْهِمُ الذِّلَّةُ وَاْلمَسْكَنَةُ Şu ünvanla o milletin mukadderat-ı istikbaliyesini umumî bir Sûrette ifade eder. İşte şu milletin seciyelerinde ve mukadderatında münderic olan şöyle müdhiş desatir içindir ki, Kur'an onlara karşı pek şiddetli davranıyor. Dehşetli sille-i tedib vuruyor. İşte şu misâllerden kıssa-i Mûsa Aleyhisselâm ve Benî-İsrail'in sâir cüz'lerini ve sâir kıssalarını bu kıssaya kıyas et. Şimdi şu Dördüncü Işıktaki i’câzî lem'a-i îcaz gibi Kur'anın basit kelimâtlarının ve cüz'î mebhaslerinin arkalarında pekçok lemaât-ı i’câziye vardır. Arife işaret yeter.

Beşinci Işık: Kur'anın makasıd ve mesâil, maânî ve esalib ve letâif ve mehâsin cihetiyle câmiiyet-i hârikasıdır. Evet Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyân'ın Sûrelerine ve âyetlerine ve hususan Sûrelerin fatihalarına, âyetlerin mebde' ve makta'larına dikkat edilse görünüyor ki: Belâgatların bütün enva'ını, fezâil-i kelâmiyenin bütün aksamını, ulvî üslûbların bütün esnafını, mehâsin-i ahlâkıyenin bütün efradını, ulûm-u kevniyenin bütün fezlekelerini, maarif-i İlahiyenin bütün fihristelerini, hayat-ı şahsiye ve içtimaiye-i beşeriyenin bütün nâfi düsturlarını ve hikmet-i âliye-i kâinatın bütün nurani kanunlarını cem'etmekle beraber hiçbir müşevveşiyet eseri görünmüyor. Elhak, o kadar ecnas-ı muhtelifeyi bir yerde toplayıp bir münakaşa, bir karışık çıkmamak, kahhar bir nizâm-ı i’câzînin işi olabilir. Elhak, bütün bu câmiiyet içinde şu intizâm ile beraber geçmiş. Yirmidört aded Sözlerde izah ve isbat edildiği gibi; cehl-i mürekkebin menşei olan âdiyat perdelerini keskin Beyânâtıyla yırtmak, âdet perdeleri altında gizli olan hârikulâdeleri çıkarıp göstermek ve dalaletin menbaı olan tabiat tâgûtunu, bürhânın elmas kılıncıyla parçalamak ve gaflet uykusunun kalın tabakalarını ra'd-misâl sayhalarıyla dağıtmak ve felsefe-i beşeriyeyi ve hikmet-i insâniyeyi âciz bırakan kâinatın tılsım-ı muğlakını ve hilkat-i âlemin muamma-yı acibesini feth ve keşfetmek, elbette hakikat-bîn ve gayb-aşina ve hidâyet-bahş ve hak-nümâ olan Kur'an gibi bir mu'cizekârın hârikulâde işleridir. Evet, Kur'anın âyetlerine insaf ile dikkat edil


(Orjinal Sayfa:424)

se görünüyor ki: Sâir kitablar gibi bir-iki maksadı tâkib eden tedricî bir fikrin silsilesine benzemiyor. Belki, def'î ve ânî bir tavrı var ve ilka olunuyor bir gidişatı var ve beraber gelen herbir taifesi müstakil olarak uzak bir yerden ve gâyet ciddî ve ehemmiyetli bir muhaberenin tek tek, kısa kısa bir Sûrette geldiğinin nişanı var. Evet kâinatın Hâlıkından başka kim var ki, bu derece Kâinat ve Hâlık-ı Kâinat'la ciddî alâkadar bir muhabereyi yapabilsin? Hadsiz derece haddinden çıkıp Hâlık-ı Zülcelâl'i kendi keyfiyle söyleştirsin, kâinatı doğru olarak konuştursun. Evet, Kur'anda kâinat Sânii'nin pek ciddî ve hakikî ve ulvî ve hak olarak konuşması ve konuşturması görünüyor. Taklidi îma edecek hiçbir emâre bulunmuyor. O söyler ve söylettirir. Farz-ı muhal olarak Müseylime gibi hadsiz derece haddinden çıkıp taklidkârane o izzet ve ceberut sahibi olan Hâlık-ı Zülcelâlini kendi fikriyle konuşturup ve kâinatı onunla konuştursa, elbette binler taklid emâreleri ve binler sahtekârlık alâmetleri bulunacaktır. Çünki en pest bir halinde en yüksek tavrı takınanların her hâleti taklidciliğini gösterir. İşte şu hakikatı kasem ile ilân eden وَالنَّجْمِ اِذَا هَوَى مَا ضَلَّ صَاحِبُكُمْ وَمَا غَوَى وَمَايَنْطِقُ عَنِ الْهَوَى اِنْ هُوَ اِلاَّ وَحْىٌ يُوحَى ya bak, dikkat et...

ÜÇÜNCÜ ŞUA: Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyân'ın ihbarat-ı gaybiyesi ve her asırda şebabiyetini muhafaza etmesi ve her tabaka insana muvafık gelmesiyle hâsıl olan i’câzdır. Şu Şua'ın «Üç Cilvesi» var.

Birinci Cilve: İhbârât-ı gaybiyesidir. Şu cilvenin «Üç Şavkı» var.

Birinci Şavk: Mâziye ait ihbârât-ı gaybiyesidir. Evet, Kur'an-ı Hakîm bil'ittifak ümmî ve emin bir Zâtın lisanıyla zaman-ı


(Orjinal Sayfa:425)

Âdem'den tâ Asr-ı Saadete kadar, enbiyaların mühim hâlâtını ve ehemmiyetli vukuatını öyle bir tarzda zikrediyor ki, Tevrat ve İncil gibi kitabların tasdiki altında gâyet kuvvet ve ciddiyetle ihbar ediyor. Kütüb-ü Sâlifenin ittifak ettikleri noktalarda muvafakat etmiştir. İhtilaf ettikleri bahislerde, Mûsahhihane hakikat-ı vakıayı faslediyor. Demek Kur'anın nazar-ı gayb-bînisi, o Kütüb-ü Sâlifenin umumunun fevkınde ahvâl-i mâziyeyi görüyor ki, ittifakî mes'elelerde Mûsaddıkane onları tezkiye ediyor. İhtilafî mes'elelerde Mûsahhihane onlara faysal oluyor. Halbuki Kur'anın vukuat ve ahvâl-i mâziyeye dair ihbårâtı aklî bir iş değil ki, akıl ile ihbar edilsin. Belki, semâa mütevakkıf nakildir. Nakil ise, kıraat ve kitabet ehline mahsustur. Dost ve düşmanın ittifakıyla kıraatsız, kitabetsiz, emanetle maruf, ümmî lâkabıyla mevsuf bir Zâta nüzul ediyor. Hem o ahvâl-i mâziyeyi öyle bir Sûrette ihbar eder ki, bütün o ahvâli görür gibi bahseder. Çünki uzun bir hâdisenin ukde-i hayatiyesini ve ruhunu alır. Maksadına mukaddeme yapar. Demek Kur'andaki fezlekeler, hülâsalar gösteriyor ki, bu hülâsa ve fezlekeyi gösteren, bütün

mâziyi bütün ahvâli ile görüyor. Zira bir zâtın bir fende veya bir san'atta mütehassıs olduğu; hülâsalı bir sözle, fezlekeli bir san'atçıkla, o şahısların meharet ve melekelerini gösterdiği gibi, Kur'anda zikrolunan vukuatın hülâsaları ve ruhları gösteriyor ki, onları söyleyen, bütün vukuatı ihâta etmiş, görüyor, (tâbir caiz ise) bir meharet-i fevkalâde ile ihbar ediyor.

İkinci Şavk: İstikbale ait ihbarat-ı gaybiyesidir. Şu kısım ihbaratın çok enva'ı var. Birinci kısım, hususîdir. Bir kısım ehl-i keşif ve velâyete mahsustur. Meselâ: Muhyiddin-i Arabî المغُلِبَتِالرُّومُ Sûresi'nde pekçok ihbarat-ı gaybiyeyi bulmuştur. İmam-ı Rabbanî, Sûrelerin başındaki mukattaat-ı huruf ile çok muamelât-ı gaybiyenin işaretlerini ve ihbaratını görmüştür ve hâkezâ... ülemâ-yı bâtın için Kur'an, baştan başa ihbarat-ı gaybiye nev'indendir. Biz ise, umuma ait olacak bir kısmına işaret edeceğiz. Bunun da pekçok tabakatı var. Yalnız bir tabakadan bahsedeceğiz.

(Orjinal Sayfa:426)

İşte Kur'an-ı Hakîm, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a der: (Haşiye)

فَاصْبِرْ اِنَّ وَعْدَ اللَّهِ حَقٌّ لَتَدْخُلُنَّ اْلمَسْجِدَ اْلحَرَامَ اِنْ شَاءَ اللَّهُ آمِنِينَ مُحَلِّقِينَ رُؤُسَكُمْ وَ مُقَصِّرِينَ لاَ تَخَافُونَ هُوَ الَّذِى اَرْسَلَ رَسُولَهُ بِالْهُدَى وَدِينِ اْلحَقِّ لِيُظْهِرَهُ عَلَى الدِّينِ كُلِّهِ وَهُمْ مِنْ بَعْدِ غَلَبِهِمْ سَيَغْلِبُونَ فِى بِضْعِ سِنِينَ لِلَّهِ اْلاَمْرُ فَسَتُبْصِرُ وَيُبْصِرُونَ بِاَيِّكُمُ الْمَفْتُونُ اَمْ يَقُولُونَ شَاعِرٌ نَتَرَبَّصُ بِهِ رَيْبَ اْلمَنُونِ قُلْ تَرَبَّصُوا فَاِنِّى مَعَكُمْ مِنَ الْمُتَرَبِّصِينَ وَاللَّهُ يَعْصِمُكَ مِنَ النَّاسِ فَاِنْ لَمْ تَفْعَلُوا وَ لَنْ تَفْعَلُوا وَ لَنْ يَتَمَنَّوْنَهُ اَبَدًا سَنُرِيهِمْ آيَاتِنَا فِى اْلآفَاقِ وَفِى اَنْفُسِهِمْ حَتَّى يَتَبَيَّنَ لَهُمْ اَنَّهُ اْلحَقُّ قُلْ لَئِنِ اجْتَمَعَتِ اْلاِنْسُ وَاْلجِنُّ عَلَى اَنْ يَاْتُوا ِبمِثْلِ هذَا اْلقُرْآنِ لاَ يَاْتُونَ ِبمِثْلِهِ وَلَوْ كَانَ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ ظَهِيرًا يَا اَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا مَنْ يَرْتَدَّ مِنْكُمْ عَنْ دِينِهِ فَسَوْفَ يَاْتِى اللَّهُ بِقَوْمٍ يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُ اَذِلَّةٍ عَلَى اْلمُؤْمِنِينَ اَعِزَّةٍ عَلَى الْكَافِرِينَ يُجَاهِدُونَ فِى سَبِيلِ اللَّهِ وَلاَ يَخَافُونَ لَوْمَةَ لاَئِمٍ وَقُلِ اْلحَمْدُ لِلَّهِ سَيُرِيكُمْ آيَاتِهِ فَتَعْرِفُونَهَا قُلْ هُوَ الرَّحْمنُ آمَنَّا بِهِ وَعَلَيْهِ تَوَكَّلْنَا فَسَتَعْلَمُونَ مَنْ هُوَ فِى ضَلاَلٍ مُبِينٍ وَعَدَ اللَّهُ الّذِينَ آمَنُوا مِنْكُمْ وَعَمِلُوا الصَّاِلحَاتِ لَيَسْتَخْلِفَنَّهُمْ فِى اْلاَرْضِ كَمَا اسْتَخْلَفَ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ وَلَيُمَكِّنَنَّ لَهُمْ دِينَهُمُ الَّذِى ارْتَضَى لَهُمْ وَلَيُبَدِّلَنَّهُمْ مِنْ بَعْدِ خَوْفِهِمْ اَمْنًا


gibi çok âyâtın ifade ettiği ihbarat-ı gaybiyedir ki, aynen doğru

______________________________

(Haşiye): Bu gaybdan haber veren âyetler, pekçok tefsirlerde izah edilmesinden ve eski harfle tab'etmek niyeti müellifine verdiği acelelik hatâsından burada izahsız ve o kıymetdar hazineler kapalı kaldılar.


(Orjinal Sayfa:427)

olarak çıkmıştır. İşte pekçok itirazat ve tenkidata maruz ve en küçük bir hatâsından dolayı dâvasını kaybedecek bir Zâtın lisanından böyle tereddüdsüz, Kemâl-i ciddiyet ve emniyetle ve kuvvetli bir vüsuku ihsas eden bir tarzda böyle ihbarat-ı gaybiye, kat'iyen gösterir ki; o Zât, Üstad-ı Ezelî'sinden ders alıyor, sonra söylüyor.

Üçüncü Şavk: Hakaik-i İlahiyeye ve hakaik-i kevniyeye ve umûr-u uhreviyeye dair ihbarat-ı gaybiyesidir. Evet Kur'anın hakaik-i İlahiyeye dair Beyânâtı ve tılsım-ı kâinatı fethedip ve hilkat-i âlemin muammasını açan Beyânât-ı kevniyesi, ihbarat-ı gaybiyenin en mühimmidir. Çünki o hakaik-i gaybiyeyi hadsiz dalâlet yolları içinde istikametle onları gidip bulmak, akl-ı beşerin kârı değildir ve olamaz. Beşerin en dâhî hüKemâları o mesâilin en küçüğüne akıllarıyle yetişmediği mâlûmdur. Hem Kur'an, gösterdiği o hakaik-i İlahiye ve o hakaik-i kevniyeyi Beyândan sonra ve safa-yı kalb ve tezkiye-i nefisten sonra ve ruhun terakkiyatından ve aklın tekemmülünden sonra beşerin ukûlü «Sadakte» deyip o hakaikı kabûl eder. Kur'ana «Bârekâllah» der. Bu kısmın, kısmen Onbirinci Söz'de izah ve isbatı geçmiştir. Tekrara hacet kalmamıştır. Amma ahvâl-i uhreviye ve berzahiye ise, çendan akl-ı beşer kendi başıyla yetişemiyor, göremiyor. Fakat, Kur'anın gösterdiği yollar ile onları görmek derecesinde isbat ediyor. Onuncu Söz'de, Kur'anın şu ihbarat-ı gaybiyesi ne derece doğru ve hak olduğu izah ve isbat edilmiştir. Ona müracaat et.


İkinci Cilve: Kur'anın şebâbetidir. Her asırda taze nâzil oluyor gibi tazeliğini, gençliğini muhafaza ediyor. Evet Kur'an, bir hutbe-i ezeliye olarak umum asırlardaki umum tabakat-ı beşeriyeye birden hitab ettiği için öyle daimî bir şebabeti bulunmak lâzımdır. Hem de, öyle görülmüş ve görünüyor. Hattâ efkârca muhtelif ve istidadça mütebayin asırlardan her asra göre güya o asra mahsus gibi bakar, baktırır ve ders verir. Beşerin âsâr ve kanunları, beşer gibi ihtiyar oluyor, değişiyor, tebdil ediliyor. Fakat Kur'anın hükümleri ve kanunları, o kadar sâbit ve râsihtir ki, asırlar geçtikçe daha ziyade kuvvetini gösteriyor. Evet, en ziyade kendine güvenen ve Kur'anın sözlerine karşı kulağını kapayan şu asr-ı hâzır ve şu asrın ehl-i kitab insanları Kur'anın يَااَهْلَالْكِتَابِ( يَااَهْلَالْكِتَابِ ( hitab-ı mürşidanesine o kadar muhtaçtır ki,

(Orjinal Sayfa:42

güya o hitab doğrudan doğruya şu asra müteveccihtir ve يَا اَهْلَ الْكِتَابِْ lafzı يَا اَهْلَ الْمَكْتَبِ mânâsını dahi tâzammun eder. Bütün şiddetiyle, bütün tazeliğiyle, bütün şebabetiyle يَا اَهْلَ الْكِتَابِ تَعَالَوْا اِلَى كَلِمَةٍ سَوَاءٍ بَيْنَنَا وَ بَيْنَكُمْ sayhasını âlemin aktarına savuruyor.

Meselâ: Şahıslar, Cemâatler, muârazasından âciz kaldıkları Kur'ana karşı; bütün nev'-i beşerin ve belki cinnîlerin de netice-i efkârları olan medeniyet-i hâzıra, Kur'ana karşı muâraza vaziyetini almışlar. İ'caz-ı Kur'ana karşı, sihirleriyle muâraza ediyor. Şimdi, şu müdhiş yeni muârazacıya karşı i’câz-ı Kur'anı, قُلْلَئِنِاجْتَمَعَتِاْلاِنْسُوَاْلجِنُّ âyetinin dâvasını isbat etmek için medeniyetin muâraza Sûretiyle vaz'ettiği esâsâtı ve desatirini, esâsât-ı Kur'aniye ile karşılaştıracağız.

Birinci derecede: Birinci Söz'den tâ Yirmibeşinci Söz'e kadar olan müvazeneler ve mizanlar ve o Sözlerin hakikatleri ve başları olan âyetler, iki kerre iki dört eder derecesinde medeniyete karşı Kur'anın i’câzını ve galebesini isbat eder.

İkinci derecede: Onikinci Söz'de isbat edildiği gibi, bir kısım düsturlarını hülâsa etmektir. İşte medeniyet-i hâzıra, felsefesiyle hayat-ı içtimaiye-i beşeriyede nokta-i istinadı «kuvvet» kabûl eder. Hedefi «menfaat» bilir. Düstur-u hayatı «cidal» tanır. Cemâatlerin rabıtasını «unsuriyet ve menfî milliyet»bilir. Gayesi, hevesât-ı nefsaniyeyi tatmin ve hâcât-ı beşeriyeyi tezyid etmek için Bâzı «lehviyat»tır. Halbuki: Kuvvetin şe'ni, tecavüzdür. Menfaatin şe'ni, her arzuya kâfi gelmediğinen üstünde boğuşmaktır. Düstur-u cidalin şe'ni, çarpışmaktır. Unsuriyetin şe'ni, başkasını yutmakla beslenmek olduğundan tecavüzdür. İşte şu medeniyetin şu düsturlarındandır ki, bütün mehâsiniyle beraber beşerin yüzde ancak yirmisine bir nevi sûrî saadet verip seksenini rahatsızlığa, sefalete atmıştır.

Amma hikmet-i Kur'aniye ise nokta-i istinadı, kuvvet yerine «hakkı» kabûl eder. Gayede, menfaat yerine «fazilet ve rıza-yı İlahî»yi kabûl eder. Hayatta, düstur-u cidal yerine «düstur-u tea-


(Orjinal Sayfa:429)

vünü» esâs tutar. Cemâatlerin rabıtalarında, unsuriyet ve milliyet yerine «rabıta-i dinî ve sınıfî ve vatanî» kabûl eder. Gayâtı, «hevesât-ı nefsaniyenin nâmeşru tecavüzatına sed çekip ruhu maaliyata teşvik ve hissiyat-ı ulviyesini tatmin etmektir ve insanı Kemâlât-ı insâniyeye sevkedip insan etmektir.» Hakkın şe'ni ise, ittifaktır. Faziletin şe'ni, tesanüddür. Teavünün şe'ni, birbirinin imdadına yetişmektir. Dinin şe'ni uhuvvettir, incizabdır. Nefs-i emmâreyi gemlemekle bağlamak, ruhu Kemâlâta kamçılamakla serbest bırakmanın şe'ni, saadet-i dâreyndir. İşte medeniyet-i hâzıra, edyan-ı sâbıka-i semâviyeden, bâhusus Kur'anın irşadatından aldığı mehâsinle beraber, Kur'ana karşı böyle hakikat nazarında mağlub düşmüştür.

Üçüncü derece: Binler mesâilinden yalnız nümune olarak üç-dört mes'eleyi göstereceğiz. Evet Kur'anın düsturları, kanunları, ezelden geldiğinden ebede gidecektir. Medeniyetin kanunları gibi ihtiyar olup ölüme mahkûm değildir. Daima gençtir, kuvvetlidir. Meselâ: Medeniyetin bütün cem'iyat-ı hayriyeleri ile, bütün cebbarane şedid inzibat ve nizâmatlarıyla, bütün ahlâkî terbiyegâhlarıyla, Kur'an-ı Hakîm'in iki mes'elesine karşı muâraza edemeyip mağlub düşmüşlerdir. Meselâ: وَاَقِيمُوا الصَّلوَةَ وَآتُوا الزَكَوةَ وَاَحَلَّ اللَّهُ الْبَيْعَ وَحَرَّمَ الرِّبَوا Kur'anın bu galebe-i i’câzkâranesini bir mukaddeme ile Beyân edeceğiz. Şöyle ki:

«İşârât-ül İ'câzda» isbat edildiği gibi bütün ihtilalat-ı beşeriyenin madeni, bir kelime olduğu gibi bütün ahlâk-ı seyyienin menbaı da

hi, bir kelimedir.

Birinci kelime: «Ben tok olayım, başkası açlıktan ölse bana ne.»

İkinci kelime: «Sen çalış, ben yiyeyim.»

Evet hayat-ı içtimaiye-i beşeriyede havas ve avâm, yâni zenginler ve fakirler, müvazeneleriyle rahatla yaşarlar. O müvazenenin esâsı ise: Havas tabakasında merhamet ve şefkat, aşağısında hürmet ve itaattir. Şimdi birinci kelime, havas tabakasını zulme, ahlâksızlığa, merhametsizliğe sevketmiştir. İkinci kelime, avâmı kine, hasede, mübarezeye sevkedip rahat-ı beşeriyeyi birkaç asırdır selbettiği gibi; şu asırda sa'y, sermaye ile mübareze neticesi herkesçe mâlûm olan Avrupa hâdisat-ı azîmesi meydana geldi. İşte medeniyet, bütün


(Orjinal Sayfa:430)

cem'iyat-ı hayriye ile ve ahlâkî mektebleriyle ve şedid inzibat ve nizâmatıyla, beşerin o iki tabakasını Mûsalaha edemediği gibi, hayat-ı beşerin iki müdhiş yarasını tedâvi edememiştir. Kur'an, birinci kelimeyi esâsından «vücub-u zekat» ile kal'eder, tedâvi eder. İkinci kelimenin esâsını «hurmet-i riba» ile kal'edip tedâvi eder. Evet, âyet-i Kur'aniye âlem kapısında durup ribaya yasaktır der. «Kavga kapısını kapamak için banka kapısını kapayınız» diyerek insanlara ferman eder. Şâkirdlerine «Girmeyiniz» emreder.

İkinci Esâs: Medeniyet, taaddüd-ü ezvacı kabûl etmiyor. Kur'anın o hükmünü, kendine muhalif-i hikmet ve maslahat-ı beşeriyeye münafî telakki eder. Evet eğer izdivacdaki hikmet, yalnız kaza-yı şehvet olsa, taaddüd bilakis olmalı. Halbuki, hattâ bütün hayvanatın şehadetiyle ve izdivac eden nebâtatın tasdikiyle sabittir ki; izdivacın hikmeti ve gayesi, tenasüldür. Kaza-yı şehvet lezzeti ise, o vazifeyi gördürmek için rahmet tarafından verilen bir ücret-i cüz'iyedir. Mâdem hikmeten, hakikaten, izdivac nesil içindir, nev'in bekası içindir. Elbette, bir senede yalnız bir defa tevellüde kabil ve ayın yalnız yarısında kabil-i telakkuh olan ve elli senede ye'se düşen bir kadın, ekseri vakitte tâ yüz seneye kadar kabil-i telkîh bir erkeğe kâfi gelmediğinden, medeniyet pek çok fahişehaneleri kabûl etmeye mecburdur.

Üçüncü Esâs: Muhakemesiz medeniyet, Kur'an kadına sülüs verdiği için âyeti tenkid eder. Halbuki hayat-ı içtimaiyede ekser ahkâm, ekseriyet itibariyle olduğundan; ekseriyet itibariyle bir kadın, kendini himaye edecek birisini bulur. Erkek ise, ona yük olacak ve nafakasını ona bırakacak birisiyle teşrik-i mesaî etmeye mecbur olur. İşte bu Sûrette bir kadın, pederinden yarısını alsa, kocası noksaniyetini temin eder. Erkek, pederinden iki parça alsa, bir parçasını tezevvüc ettiği kadının idaresine verecek; kız kardeşine müsavi gelir. İşte adâlet -i Kur'aniye böyle iktiza eder, böyle hükmetmiştir. (Haşiye-1)

_________________________

(Haşiye-1): Mahkemeye karşı ve mahkemeyi susturan lâyiha-i Temyiz'in müdafaatından bir parçadır. Bu makama haşiye olmuş.

Ben de adliyenin mahkemesine derim ki: Bin üçyüz elli senede ve her asırda üç yüz elli milyon insanların hayat-ı içtimaiyesinde en kudsî ve hakikatlı bir düstur-u İlahîyi, üçyüzelli bin tefsirin tasdiklerine ve ittifaklarına istinaden ve bin üçyüzelli sene zarfında geçmiş ecdadımızın itikadlarına iktidaen tefsir eden bir adamı mahkûm eden haksız bir kararı, elbette rûy-i zeminde adâlet varsa, o kararı red ve bu hükmü nakzedecektir.»

(Orjinal Sayfa:431)

Dördüncü Esâs: Sanem-perestliği şiddetle Kur'an men'ettiği gibi, sanem-perestliğin bir nevi taklidi olan Sûret-perestliği de men'eder. Medeniyet ise, Sûretleri kendi mehâsininden sayıp Kur'ana muâraza etmek istemiş. Halbuki gölgeli gölgesiz Sûretler, ya bir zulm-ü mütehaccir veya bir riyâ -yı mütecessid veya bir heves-i mütecessimdir ki, beşeri zulme ve riyâ ya ve hevaya, hevesi kamçılayıp teşvik eder. Hem Kur'an merhameten, kadınların hürmetini muhafaza için, hayâ perdesini takmasını emreder. Tâ hevesât-ı rezilenin ayağı altında o şefkat madenleri zillet çekmesinler. Âlet-i hevesât, ehemmiyetsiz bir metâ' hükmüne geçmesinler.(Haşiye-2) Medeniyet ise, kadınları yuvalarından çıkarıp, perdelerini yırtıp, beşeri de baştan çıkarmıştır. Halbuki aile hayatı, kadın-erkek mabeyninde mütekabil hürmet ve muhabbetle devam eder. Halbuki açık-saçıklık, samimî hürmet ve muhabbeti izale edip ailevî hayatı zehirlemiştir. Hususan Sûretperestlik, ahlâkı fena halde sarstığı ve sukut-u ruha sebebiyet verdiği şununla anlaşılır: Nasılki merhume ve rahmete muhtaç bir güzel kadın cenazesine nazar-ı şehvet ve hevesle bakmak, ne kadar ahlâkı tahrib eder. Öyle de: Ölmüş kadınların Sûretlerine veyahut sağ kadınların küçük cenazeleri hükmünde olan Sûretlerine hevesperverane bakmak, derinden derine hissiyat-ı ulviye-i insâniyeyi sarsar, tahrib eder.

İşte şu üç misâl gibi binler mesâil-i Kur'aniyenin herbirisi, saadet-i beşeriyeyi dünyada temine hizmet etmekle beraber hayat-ı ebediyesine de hizmet eder. Sâir mes'eleleri mezkûr mes'elelere kıyas edebilirsin.

Nasıl medeniyet-i hâzıra, Kur'anın hayat-ı içtimaiye-i beşere ait olan düsturlarına karşı mağlub olup Kur'anın i’câz-ı mânevîsine karşı hakikat noktasında iflas eder. Öyle de: Medeniyetin ruhu olan felsefe-i Avrupa ve hikmet-i beşeriyeyi, hikmet-i Kur'anla yirmibeş aded Sözlerde mizanlarla iki hikmetin müvazenesinde, hikmet-i felsefiye âcize ve hikmet-i Kur'aniyenin mu'cize olduğu kat'iyetle isbat edilmiştir. Nasılki Onbirinci ve Onikinci Sözlerde, hikmet-i felsefiyenin aczi ve iflası; ve hikmet-i Kur'aniyenin i’câzı ve gınası isbat edilmiştir, müracaat edebilirsin.

____________________________

(Haşiye-2): Tesettür-ü nisvan hakkında Otuzbirinci Mektub'un Yirmidördüncü Lem'ası, gâyet kat'î bir Sûrette isbat etmiştir ki: Tesettür, kadınlar için fıtrîdir. Ref'-i tesettür, fıtrata münafîdir.

(Orjinal Sayfa:432)

Hem nasıl medeniyet-i hâzıra, hikmet-i Kur'anın ilmî ve amelî i’câzına karşı mağlub oluyor. Öyle de: Medeniyetin edebiyat ve belâgatı da, Kur'anın edeb ve belâgatına karşı nisbeti: Öksüz bir yetimin muzlim bir hüzün ile ümidsiz ağlayışı, hem süflî bir vaziyette sarhoş bir ayyaşın velvele-i gınasının (şarkı demektir) nisbeti ile, ulvî bir âşıkın muvakkat bir iftiraktan müştakane, ümidkârane bir hüzün ile gınası (şarkısı; hem zafer veya harbe ve ulvî fedâkârlıklara sevketmek için teşvikkârane kasaid-i vataniyeye nisbeti gibidir. Çünki edeb ve belâgat, tesir-i üslûb itibariyle ya hüzün verir, ya neş'e verir. Hüzün ise, iki kısımdır: Ya fakd-ül ahbabdan gelir, yâni ahbabsızlıktan, sahibsizlikten gelen karanlıklı bir hüzündür ki; dalalet-âlûd, tabiatperest, gafletpîşe olan medeniyetin edebiyatının verdiği hüzündür. İkinci hüzün, firak-ul ahbabdan gelir, yâni ahbab var, firakında müştakane bir hüzün verir. İşte şu hüzün, hidâyet-edâ, nur-efşan Kur'anın verdiği hüzündür. Amma neş'e ise, o da iki kısımdır: Birisi, nefsi hevesâtına teşvik eder. O da tiyatrocu, sinemacı, romancı medeniyetin edebiyatının şe'nidir. İkinci neş'e, nefsi susturup, ruhu, kalbi, aklı, sırrı maaliyata, vatan-ı aslîlerine, makarr-ı ebedîlerine, ahbab-ı uhrevîlerine yetişmek için lâtif ve edebli masumane bir teşviktir ki, o da Cennet ve saadet-i ebediyeye ve rü'yet-i cemâlullaha beşeri sevkeden ve şevke getiren Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyân'ın verdiği neş'edir.

İşte قُلْ لَئِنِ اجْتَمَعَتِ اْلاِنْسُ وَاْلجِنُّ عَلَى اَنْ يَاْتُوا ِبمِثْلِ هذَا اْلقُرْآنِ لاَ يَاْتُونَ ِبمِثْلِهِ وَلَوْ كَانَ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ ظَهِيرًا ifade ettiği azîm mânâ ve büyük hakikat, kasır-ül fehm olanlarca ve dikkatsizlikle mübalağalı bir belâgat için muhal bir Sûret zannediliyor. Hâşâ! Mübalağa değil, muhal bir Sûret değil, ayn-ı hakikat bir belâgat ve mümkün ve vâki bir Sûrettedir.

O Sûretin bir vechi şudur ki; yâni, Kur'andan tereşşuh etmeyen ve Kur'anın malı olmayan ins ve cinnin bütün güzel sözleri toplansa, Kur'anı tanzir edemez, demektir. Hem edememiş ki, gösterilmiyor. İkinci vecih şudur ki: Cin ve insin hattâ şeytanların netice-i efkârları ve muhassala-i mesaîleri olan medeniyet ve hikmet-i felsefe ve edebiyat-ı ecnebiye, Kur'anın ahkâm ve hikmet ve belâgatına karşı âciz derekesindedirler, demektir. Nasıl da nümunesini gösterdik.


(Orjinal Sayfa:433)

Üçüncü Cilve: Kur'an-ı Hakîm, her asırdaki tabakat-ı beşerin herbir tabakasına güya doğrudan doğruya o tabakaya hususî müteveccihtir, hitab ediyor. Evet bütün benî-Âdeme bütün tabakatıyla en yüksek ve en dakik ilim olan îmânâ ve en geniş ve nurani fen olan mârifetullaha ve en ehemmiyetli ve mütenevvi maarif olan ahkâm-ı İslâmiyeye davet eden, ders veren Kur'an ise, her nev'e, her taifeye muvafık gelecek bir ders vermek elzemdir. Halbuki ders birdir, ayrı ayrı değil. Öyle ise, aynı derste tabakat bulunmak lâzımdır. Derecata göre herbiri, Kur'anın perdelerinden bir perdeden hisse-i dersini alır. Şu hakikatın çok nümunelerini zikretmişiz. Onlara müracaat edilebilir. Yalnız burada bir-iki cüz'ünün, hem yalnız bir-iki tabakasının hisse-i fehmine işaret ederiz:

Meselâ: لَمْيَلِدْوَلَمْيُولَدْوَلَمْيَكُنْلَهُكُفُوًااَحَدٌ Kesretli tabaka olan avâm tabakasının şundan hisse-i fehmi: «Cenâb-ı Hak, peder ve veledden ve akrandan ve zevceden münezzehtir.» Daha mutavassıt bir tabaka, şundan «İsa Aleyhisselâm'ın ve Melâikelerin ve tevellüde mazhar şeylerin ulûhiyetini nefyetmektir.» Çünki muhal bir şeyi nefyetmek, zâhiren faidesiz olduğundan belâgatta medâr-ı faide olacak bir lâzım-ı hüküm murad olunur. İşte cismâniyete mahsus veled ve vâlidi nefyetmekten murad ise, veled ve vâlidi ve küfvü bulunanların, nefy-i ulûhiyetleridir ve Mâbud olmaya lâyık olmadıklarını göstermektir. Şu sırdandır ki, Sûre-i İhlas herkese, hem her vakit faide verebilir. Daha bir parça ileri bir tabakanın hisse-i fehmi: «Cenâb-ı Hak mevcûdâta karşı tevlid ve tevellüdü işmam edecek bütün rabıtalardan münezzehtir. Şerik ve muinden ve hemcinsten müberradır. Belki mevcûdâta karşı nisbeti, Hallâkıyettir. «Emr-i kün feyekûn» ile, irade-i ezeliyesiyle, ihtiyarıyla icad eder. Îcabî ve ızdırarî ve sudûr-u gayr-ı ihtiyârî gibi münafî-i Kemâl herbir rabıtadan münezzehtir.» Daha yüksek bir tabakanın hisse-i fehmi: Cenâb-ı Hak ezelîdir, ebedîdir, evvel ve âhirdir. Hiçbir cihette ne zâtında, ne sıfâtında, ne ef'alinde nazîri, küfvü, şebihi, misli, misâli, mesîli yoktur. Yalnız ef'alinde, şuununda teşbihi ifade eden mesel var: وَلِلّهِاْلمَثَلُاْلاَعْلَى Bu tabakata; ârifin tabakası, ehl-i aşk tabakası, sıddıkîn tabakası gibi ayrı ayrı hisse sahiblerini kıyas edebilirsin.

(Orjinal Sayfa:434)

İkinci misâl: Meselâ, مَاكَانَمُحَمَّدٌاَبَااَحَدٍمِنْرِجَالِكُمْ Tabaka-i ûlânın şundan hisse-i fehmi şudur ki: «Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın hizmetkârı veya «Veledim» hitabına mazhar olan Zeyd, izzetli zevcesini kendine küfüv bulmadığı için tatlik etmiş. Allah'ın emriyle Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm almış. Âyet der: «Peygamber size evlâdım dese, Risâlet cihetiyle söyler. Şahsiyet itibariyle pederiniz değil ki, aldığı kadınlar ona münasib düşmesin.» İkinci tabakanın hisse-i fehmi şudur ki: Bir büyük âmir, raiyetine pederane şefkatle bakar. Eğer o âmir, zâhir ve bâtın bir Padişah-ı Ruhânî olsa, o vakit merhameti pederin yüz defa şefkatinden ileri gittiğinden o raiyetin efradı onun hakikî evlâdı gibi ona peder nazarıyla bakarlar. Peder nazarı, zevc nazarına inkılab edemediğinden; kız nazarı da zevce nazarına kolayca değişmediğinden, efkâr-ı âmmede Peygamber (A.S.M.), mü'minlerin kızlarını alması şu sırra uygun gelmediğinden Kur'an der: «Peygamber (A.S.M.), merhamet-i İlahiye nazarıyla size şefkat eder, pederane muamele yapar. Risâlet namına siz onun evlâdı gibisiniz. Fakat şahsiyet-i insâniyet itibariyle pederiniz değildir ki, sizden zevce alması münasib düşmesin.» Üçüncü kısım şöyle fehmeder ki: Peygamber'e (A.S.M.) intisab edip onun Kemâlâtına istinad ederek onun pederane şefkatine itimad edip kusur ve hatiat etmemelisiniz, demektir. Evet çoklar var ki, büyüklerine ve mürşidlerine itimad edip tenbellik eder. Hattâ bâzan, «Namazımız kılınmış» der. (Bir kısım Alevîler gibi) Dördüncü Nükte: Bir kısım şu âyetten şöyle bir işaret-i gaybiye fehmeder ki: Peygamber'in (A.S.M.) evlâd-ı zükûru, rical derecesinde kalmayıp, rical olarak nesli, bir hikmete binaen kalmayacaktır. Yalnız «rical» tâbirinin ifadesiyle, nisanın pederi olduğunu işaret ettiğinden, nisa olarak nesli devam edecektir. Felillahilhamd Hazret-i Fatıma'nın nesl-i mübareki, Hasan ve Hüseyin gibi iki nurani silsilenin bedr-i münevveri, Şems-i Nübüvvet'in mânevî ve maddî neslini idame ediyorlar.

اَللّهُمَّ صَلِّ عَلَيْهِ وَ عَلَى آلِهِ

(Birinci Şu'le, üç Şua ile hitama erdi.)

İKİNCİ ŞU'LE: İkinci Şu'le'nin "Üç Nur"u var.


(Orjinal Sayfa:435)

Birinci Nur: Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyân'ın heyet-i mecmuasında raik bir selaset, faik bir selâmet, metin bir tesanüd, muhkem bir tenâsüb, cümleleri ve heyetleri mabeyninde kavî bir teavün; ve âyetler ve maksadları mabeyninde ulvî bir tecavüb olduğunu İlm-i Beyân ve Fenn-i Maânî ve Beyânî'nin Zemahşerî, Sekkakî, Abdülkahir-i Cürcanî gibi binlerle dâhî imamların şehadetiyle sâbit olduğu halde, o tecavüb ve teavün ve tesanüdü ve selaset ve selâmeti kıracak, bozacak sekiz-dokuz mühim esbab bulunurken, o esbab bozmağa değil, belki selasetine, selâmetine, tesanüdüne kuvvet vermiştir. Yalnız, o esbab bir derece hükmünü icra edip, başlarını perde-i nizâm ve selasetten çıkarmışlar. Fakat nasılki yeknesak, düz bir ağacın gövdesinden bir kısım çıkıntılar, sivricikler çıkar. Lâkin ağacın tenâsübünü bozmak için çıkmıyorlar. Belki, o ağacın zînetli tekemmülüne ve cemâline medâr olan meyveyi vermek için çıkıyorlar. Aynen bunun gibi, şu esbab dahi, Kur'anın selaset-i nazmına kıymetdar mânâları ifade için sivri başlarını çıkarıyorlar. İşte o Kur'an-ı Mübin, yirmi senede hacetlerin mevkileri itibariyle necim necim olarak, müteferrik parça parça nüzul ettiği halde, öyle bir Kemâl-i tenâsübü vardır ki, güya bir defada nâzil olmuş gibi bir münasebet gösteriyor.

Hem o Kur'an, yirmi senede, hem muhtelif, mütebayin esbab-ı nüzule göre geldiği halde, tesanüdün Kemâlini öyle gösteriyor; güya bir sebeb-i vâhidle nüzul etmiştir. Hem o Kur'an, mütefavit ve mükerrer suallerin cevabı olarak geldiği halde, nihayet imtizac ve ittihadı gösteriyor. Güya bir sual-i vâhidin cevabıdır. Hem Kur'an mütegayyir, müteaddid hâdisatın ahkâmını Beyân için geldiği halde, öyle bir Kemâl-i intizâmı gösteriyor ki, güya bir hâdise-i vâhidin Beyânıdır. Hem Kur'an mütehalif, mütenevvi hâlette hadsiz muhatâbların fehimlerine münasib üslûblarda tenezzülât-ı kelâmiye ile nâzil olduğu halde, öyle bir hüsn-ü temasül ve güzel bir selaset gösteriyor ki, güya hâlet birdir, bir derece-i fehimdir; su gibi akar bir selaset gösteriyor. Hem o Kur'an mütebaid, müteaddid muhatâbîn esnafına müteveccihen mütekellim olduğu halde, öyle bir sühulet-i Beyânı, bir cezâlet-i nizâmı bir vuzuh-u ifhamı var ki; güya muhatâbı bir sınıftır. Hattâ herbir sınıf zanneder ki, bil'asale muhatâb yalnız kendisidir. Hem Kur'an, mütefavit mütederric irşadî Bâzı gayelere îsal ve hidâyet etmek için nâzil olduğu halde, öyle bir Kemâl-i istikamet, öyle bir dikkat-i müvazenet, öyle bir hüsn-ü intizâm

(Orjinal Sayfa:436)

vardır ki; güya maksad birdir. İşte bu esbablar, müşevveşiyetin esbabı iken, Kur'anın i’câz-ı Beyânında, selaset ve tenâsübünde istihdam edilmişlerdir. Evet kalbi sekamsiz, aklı müstakim, vicdanı marazsız, zevki selim her adam Kur'anın Beyânında güzel bir selaset, rânâ bir tenâsüb, hoş bir ahenk, yekta bir fesahat görür. Hem basîresinde selim bir gözü olan görür ki, Kur'anda öyle bir göz vardır ki, o göz bütün kâinatı zâhir ve bâtını ile vâzıh, göz önünde bir sahife gibi görür, istediği gibi çevirir, istediği bir tarzda o sahifenin mânâlarını söyler. Şu Birinci Nur'un hakikatini misâller ile tavzih etsek, birkaç mücelled lâzım. Öyle ise, sâir risale-i arabiyemde ve «İşârât-ül İ'câzda» ve şu yirmibeş aded Sözlerde şu hakikatın isbatına dair olan izahatla iktifa edip misâl olarak mecmu-u Kur'anı birden gösteriyorum.

İkinci Nuru: Kur'an-ı Hakîm'in âyetlerinin hâtimelerinde gösterdiği fezlekeler ve Esmâ-i hüsnâ cihetindeki üslûb-u bediisinde olan meziyet-i i’câziyeye dairdir.

İhtar: Şu İkinci Nur'da çok âyetler gelecektir. O âyetler, yalnız İkinci Nur'un misâlleri değil, belki geçmiş mesâil ve şuaların misâlleri dahi olurlar. Bunları hakkıyla izah etmek çok uzun gelir. Şimdilik ihtisar ve icmâle mecburum. Onun için gâyet muhtasar bir tarzda şu sırr-ı azîm-i i’câzın misâllerinden olan âyetlere birer işaret edip tafsilâtını başka vakte talik ettik.

İşte Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyân, âyetlerin hâtimelerinde galiben Bâzı fezlekeleri zikreder ki; o fezlekeler, ya Esmâ-i hüsnâyı veya mânâlarını tâzammun ediyor veyahut aklı tefekküre sevketmek için akla havale eder veyahut makasıd-ı Kur'aniyeden bir kaide-i külliyeyi tâzammun eder ki, âyetin te'kid ve teyidi için fezlekeler yapar. İşte o fezlekelerde Kur'anın hikmet-i ulviyesinden Bâzı işarat ve hidâyet-i İlahiyenin âb-ı hayatından Bâzı reşaşat, i’câz-ı Kur'anın berklerinden Bâzı şerarat vardır. Şimdi pek çok o işarattan yalnız on tanesini icmâlen zikrederiz. Hem pek çok misâllerinden birer misâl ve herbir misâlin pek çok hakaikından yalnız herbirinde bir hakikatın meal-i icmâlîsine işaret ederiz. Bu on işaretin ekserisi, ekser âyetlerde müçtemian beraber bulunup hakikî bir nakş-ı i’câzî teşkil ederler. Hem misâl olarak getirdiğimiz âyetlerin ekserisi, ekser işarata misâldir. Biz yalnız her âyetten bir işaret göstereceğiz. Misâl getireceğimiz âyetlerden eski Sözlerde bahsi geçenlerin yalnız mealine bir hafif işaret ederiz.

Birinci Meziyet-i Cezâlet: Kur'an-ı Hakîm, i’câzkâr Beyânâtıyla Sâni'-i Zülcelâl'in ef'al ve eserlerini nazara karşı serer, basteder. Sonra o âsâr ve ef'alinde Esmâ-i İlahiyeyi istihrac eder; veya Ha

(Orjinal Sayfa:437)

şir ve tevhid gibi bir makasıd-ı asliye-i Kur'aniyeyi isbat ediyor. Birinci mânânın misâllerinden meselâ:

هُوَ الَّذِى خَلَقَ لَكُمْ مَا فِى اْلاَرْضِ جَمِيعًا ثُمَّ اسْتَوَى اِلَى السَّمَاءِ فَسَوَّيهُنَّ سَبْعَ سَموَاتٍ وَهُوَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ

İkinci şıkkın misâllerinden meselâ: اَلَمْ نَجْعَلِ اْلاَرْضَ مِهَادًا وَ الْجِبَالَ اَوْتَادًا وَخَلَقْنَاكُمْ اَزْوَاجًا ilâ âhir...

اِنَّ يَوْمَ الْفَصْلِ كَانَ مِيقَاتًا e kadar... Birinci âyette âsârı bast edip bir neticenin, bir mühim maksudun mukaddematı gibi; ilim ve kudrete, gayât ve nizâmatıyla şehadet eden en azîm eserleri serdeder. Alîm ismini istihrac eder. İkinci âyette, Birinci Şu’le’nin Birinci Şua’ının Üçüncü Noktasında bir derece izah olunduğu gibi; Cenâb-ı Hakk’ın büyük ef’alini, azîm âsârını zikrederek neticesinde yevm-i fasl olan haşri, netice olarak zikrediyor.

İkinci Nükte-i Belâgat: Kur'an, beşerin nazarına san'at-ı İlahiyenin mensucatını açar, gösterir. Sonra fezlekede o mensucatı, Esmâ içinde tayyeder veyahut akla havale eder. Birincinin misâllerinden meselâ:

قُلْ مَنْ يَرْزُقُكُمْ مِنَ السَّمَاءِ وَاْلاَرْضِ اَمَّنْ َيمْلِكُ السَّمْعَ وَاْلاَبْصَارَ وَمَنْ يُخْرِجُ اْلحَىَّ مِنَ اْلمَيِّتِ وَيُخْرِجُ اْلمَيَّتَ مِنَ اْلحَىِّ وَمَنْ يُدَبِّرُ اْلاَمْرَ فَسَيَقُولُونَ اللّهُ فَقُلْ اَفَلاَ تَتَّقُونَ فَذلِكُمُ اللّهُ رَبُّكُمُ اْلحَقُّ

İşte başta der: «Semâ ve zemini, rızkınıza iki hazine gibi müheyya edip oradan yağmuru, buradan hububatı çıkaran kimdir? Allah'tan başka koca semâ ve zemini iki muti hazinedâr hükmüne kimse getirebilir mi? Öyle ise, şükür ona münhasırdır.»

İkinci fıkrada der ki: «Sizin âzalarınız içinde en kıymetdar göz ve kulaklarınızın mâliki kimdir? Hangi tezgâh ve dükkândan aldı

(Orjinal Sayfa:43

nız? Bu lâtif kıymetdar göz ve kulağı verecek ancak Rabbinizdir. Sizi icad edip terbiye eden odur ki, bunları size vermiştir. Öyle ise yalnız Rab odur, Mâbud da o olabilir.»

Üçüncü fıkrada der: «Ölmüş yeri ihya edip yüzbinler ölmüş taifeleri ihya eden kimdir? Hak'tan başka ve bütün kâinatın Hâlıkından başka şu işi kim yapabilir? Elbette o yapar. O ihya eder. Mâdem Hak'tır, hukuku zayi' etmeyecektir. Sizi bir mahkeme-i kübrâya gönderecektir. Yeri ihya ettiği gibi, sizi de ihya edecektir.»

Dördüncü fıkrada der: «Bu azîm kâinatı bir saray gibi, bir şehir gibi Kemâl-i intizâmla idare edip tedbirini gören, Allah'tan başka kim olabilir? Mâdem Allah'tan başka olamaz; koca kâinatı bütün ecramıyla gâyet kolay idare eden kudret o derece kusursuz, nihayetsizdir ki, hiçbir şerik ve iştirake ve muavenet ve yardıma ihtiyacı olamaz. Koca kâinatı idare eden, küçük mahlukatı başka ellere bırakmaz. Demek, ister istemez «Allah» diyeceksiniz.» İşte, birinci ve dördüncü fıkra«Allah» der, ikinci fıkra «Rab» der, üçüncü fıkra "El-Hak" der. فَذلِكُمُاللّهُرَبُّكُمُاْلحَقُّ ne kadar mu'cizane düştüğünü anla. İşte Cenâb-ı Hakk'ın azîm tasarrufatını, kudretinin mühim mensucatını zikreder. Sonra da o azîm âsârın, mensucatın destgâhı فَذلِكُمُ اللّهُ رَبُّكُمُ اْلحَقُّ der. Yâni «Hak» «Rab» «Allah» isimlerini zikretmekle o tasarrufat-ı azîmenin menbaını gösterir.

İkincinin misâllerinden:

اِنَّ فِى خَلْقِ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ وَاخْتِلاَفِ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ وَالْفُلْكِ الَّتِى َتجْرِى فِى الْبَحْرِ ِبمَا يَنْفَعُ النَّاسَ وَمَا اَنْزَلَ اللّهُ مِنَ السَّمَاءِ مِنْ مَاءٍ فَاَحْيَا بِهِ اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا وَبَثَّ فِيهَا مِنْ كُلِّ دَابَّةٍ وَتَصْرِيفِ الرِّيَاحِ وَالسَّحَابِ اْلمُسَخَّرِ بَيْنَ السَّمَاءِ وَاْلاَرْضِ َلآيَاتٍ لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ

İşte Cenâb-ı Hakk'ın Kemâl-i kudretini ve âzamet-i rubûbiyetini gösteren ve vahdâniyetine şehadet eden semâvat ve arzın hilkatindeki tecelli-i saltanat-ı ulûhiyet; ve gece gündüzün ihtilafında

(Orjinal Sayfa:439)

ki tecelli-i rubûbiyet; ve hayat-ı içtimaiye-i insana en büyük bir vasıta olan gemiyi denizde teshir ile tecelli-i rahmet; ve semâdan âb-ı hayatı ölmüş zemine gönderip zemini yüzbin taifeleriyle ihya edip bir mahşer-i acaib Sûretine getirmekteki tecelli-i âzamet-i kudret; ve zeminde hadsiz muhtelif hayvanatı basit bir topraktan halketmekteki tecelli-i rahmet ve kudret; ve rüzgârları, nebâtat ve hayvanatın teneffüs ve telkîhlerine hizmet gibi vezaif-i azîme ile tavzif edip tedbir ve teneffüse sâlih vaziyete getirmek için tahrik ve idaresindeki tecelli-i rahmet ve hikmet; ve zemin ve âsumân ortasında vasıta-i rahmet olan bulutları bir mahşer-i acaib gibi muallakta toplayıp dağıtmak, bir ordu gibi istirahat ettirip vazife başına davet etmek gibi teshirindeki tecelli-i rubûbiyet gibi mensucat-ı san'atı ta'dad ettikten sonra aklı, onların hakaikına ve tafsiline sevkedip tefekkür ettirmek için َلآيَاتٍلِقَوْمٍيَعْقِلُونَ der. Onunla ukûlü ikaz için akla havale eder.

Üçüncü Meziyet-i Cezâlet: Bâzan Kur'an, Cenâb-ı Hakk'ın fiillerini tafsil ediyor. Sonra bir fezleke ile icmâl eder. Tafsiliyle kanaat verir, icmâl ile hıfzettirir, bağlar. Meselâ:

وَكَذلِكَ يَجْتَبِيكَ رَبُّكَ وَيُعَلِّمُكَ مِنْ تَاْوِيلِ اْلاَحَادِيثِ وَيُتِمُّ نِعْمَتَهُ عَلَيْكَ وَعَلَى آلِ يَعْقُوبَ كَمَا اَتَمَّهَا عَلَى اَبَوَيْكَ مِنْ قَبْلُ اِبْرَاهِيمَ وَاِسْحَاقَ اِنَّ رَبَّكَ عَلِيمٌ حَكِيمٌ

İşte Hazret-i Yusuf ve ecdadına edilen nimetleri şu âyetle işaret eder. Der ki: Sizi bütün insanlar içinde makam-ı nübüvvetle serfiraz, bütün silsile-i enbiyayı, silsilenize rabtedip, silsilenizi nev'-i beşer içinde bütün silsilenin serdarı; hânedânınızı ulûm-u İlahiye ve hikmet-i Rabbâniyeye bir hücre-i tâlim ve hidâyet Sûretinde getirip o ilim ve hikmetle dünyanın saadetkârane saltanatını, âhiretin saadet-i ebediyesiyle sizde birleştirmek, seni ilim ve hikmetle Mısır'a hem aziz bir reis, hem âlî bir nebi, hem hakîm bir mürşid etmek olan nimet-i İlahiyeyi zikr ve ta'dad edip; ilim ve hikmet ile onu, âbâ ve ecdadını mümtaz ettiğini zikrediyor. Sonra «Senin Rabbin Alîm ve Hakîm'dir»der. «Onun rubûbiyeti ve hikmeti iktiza ederki, seni ve âbâ ve ecdadını Alîm, Hakîm ismine mazhar etsin.» İşte o mufassal nimetleri, şu fezleke ile icmâl eder. ....

Cevapla:

Nickin:

 Metin rengi:

 Metin büyüklüğü:
Tag leri kapat



Bütün konular: 366
Bütün postalar: 376
Bütün kullanıcılar: 13
Şu anda Online olan (kayıtlı) kullanıcılar: Hiçkimse crying smiley
 
 
  Bugün Sitemize 33800 ziyaretçi (90883 klik) Burdaydı! 2008 © Copyright ßy KaRaKuLe~DeVReM ® Tüm HakLar sakLıdır.  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol