Hem meselâ: قُلِاللّهُمَّمَالِكَاْلمُلْكِتُؤْتِىاْلمُلْكَمَنْتَشَاءُ İşte şu âyet Cenâb-ı Hakk'ın, nev'-i beşerin hayat-ı içtimaiyesindeki tasarrufatını şöyle gösteriyor ki; izzet ve zillet, fakr ve servet doğrudan doğruya Cenâb-ı Hakk'ın meşietine ve iradesine bağlıdır. Demek kesret-i tabakatın en dağınık tasarrufatına kadar, meşiet ve takdir-i İlahiye iledir. Tesadüf karışamaz. Şu hükmü verdikten sonra insâniyet hayatında en mühim iş, onun rızkıdır. Şu âyet, beşerin rızkını doğrudan doğruya Rezzak-ı Hakikî'nin hazine-i Rahmetinden gönderdiğini bir-iki mukaddeme ile isbat eder. Şöyle ki: Der: «Rızkınız, yerin hayatına bağlıdır. Yerin dirilmesi ise, bahara bakar. Bahar ise, Şems ve Kamer'i teshir eden, gece ve gündüzü çeviren zâtın elindedir. Öyle ise bir elmayı, bir adama hakikî rızk olarak vermek; bütün yeryüzünü bütün meyvelerle dolduran O Zât verebilir. Ve O, ona hakikî Rezzak olur.» Sonra da:
وَ تَرْزُقُ مَنْ تَشَاءُ بِغَيْرِ حِسَابٍ der. Bu cümlede o tafsilâtlı fiilleri icmâl ve isbat eder. Yâni «Size hesabsız rızık veren odur ki, bu fiilleri yapar.»
Dördüncü Nükte-i Belâgat: Kur'an kâh olur, mahlukat-ı İlahiyeyi bir tertible zikreder; sonra o mahlukat içinde bir nizâm, bir mizan olduğunu ve onun semereleri olduğunu göstermekle güya bir şeffafiyet, bir parlaklık veriyor ki; sonra o âyine-misâl tertibinden cilvesi bulunan Esmâ-i İlahiyeyi gösteriyor. Güya o mahlukat-ı mezkûre, elfâzdır. Şu Esmâ onun mânâları, yahut o meyvelerin çekirdekleri, yahut hülâsalarıdırlar. Meselâ:
وَلَقَدْ خَلَقْنَا اْلاِنْسَانَ مِنْ سُلاَلَةٍ مِنْ طِينٍ ثُمَّ جَعَلْنَاهُ نُطْفَةً فِى قَرَارٍ مَكِينٍ ثُمَّ خَلَقْنَا النُّطْفَةَ عَلَقَةً فَخَلَقْنَا اْلعَلَقَةَ مُضْغَةً فَخَلَقْنَا اْلمُضْغَةَ عِظَامًا فَكَسَوْنَا الِْعظَامَ َلحْمًا ثُمَّ اَنْشَاْنَاهُ خَلْقًا آخَرَ فَتَبَارَكَ اللّهُ اَحْسَنُ اْلخَالِقِينَ
İşte Kur'an, hilkat-i insanın o acib, garib, bedi', muntâzam, mev
(Orjinal Sayfa:441)
zun etvârını öyle âyine-misâl bir tarzda zikredip tertib ediyor ki; فَتَبَارَكَاللّهُاَحْسَنُاْلخَالِقِينَ içinde kendi kendine görünüyor ve kendini dedirttiriyor. Hattâ vahyin bir kâtibi şu âyeti yazarken, daha şu kelime gelmezden evvel şu kelimeyi söylemiştir. «Acaba bana da mı vahy gelmiş» zannında bulunmuş. Halbuki evvelki kelâmın Kemâl-i nizâm ve şeffafiyetidir ve insicamıdır ki, o kelâm gelmeden kendini göstermiştir.
Hem meselâ:
اِنَّ رَبَّكُمُ اللّهُ الَّذِى خَلَقَ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضَ فِى سِتَّةِ اَيَّامٍ ثُمَّ اسْتَوَى عَلَى الْعَرْشِ يُغْشِى اللَّيْلَ النَّهَارَ يَطْلُبُهُ حَثِيثًا وَالشَّمْسَ وَالْقَمَرَ وَالنُّجُومَ مُسَخَّرَاتٍ بِاَمْرِهِ اَلاَ لَهُ اْلخَلْقُ وَاْلاَمْرُ تَبَارَكَ اللّهُ رَبُّ الْعَاَلمِينَ
İşte Kur'an şu âyette âzamet-i kudret-i İlahiye ve saltanat-ı rubûbiyeti öyle bir tarzda gösteriyor ki: Güneş, Ay, yıldızlar emirber neferleri gibi emrine müheyya; gece ve gündüzü, beyaz ve siyah iki hat gibi veya iki şerit gibi birbiri arkasında döndürüp âyât-ı rubûbiyetini kâinat sahifelerinde yazan ve arş-ı rubûbiyetinde duran bir Kadîr-i Zülcelâl'i gösterdiğinden, her ruh işitse بَارَكَاللّهُمَاشَاءَاللّهُفَتَبَارَكَاللّهُرَبُّالْعَالَمِينَ demeye hâhişger olur. Demek تَبَارَكَ اللّهُ رَبُّ الْعَالَمِينَ sâbıkın hülâsası, çekirdeği, meyvesi ve âb-ı hayatı hükmüne geçer.
Beşinci Meziyet-i Cezâlet: Kur'an bâzan tegayyüre maruz ve muhtelif keyfiyata medâr maddî cüz'iyatı zikreder. Onları hakaik-i sabite Sûretine çevirmek için; sabit, nuranî, küllî Esmâ ile icmâl eder, bağlar. Veyahut tefekküre ve ibrete teşvik eder bir fezleke ile hâtime verir. Birinci mânânın misâllerinden meselâ:
وَعَلَّمَ آدَمَ اْلاَسْمَاءَ كُلَّهَا ثُمَّ عَرَضَهُمْ عَلَى اْلمَلاَئِكَةِ فَقَالَ اَنْبِئُونِى بِاَسْمَاءِ هَؤُلاَءِ اِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ قَالوُا سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ اْلحَكِيم ُ
(Orjinal Sayfa:442)
İşte şu âyet evvelâ: «Hazret-i Âdem'in hilafet mes'elesinde, Melâikelere rüchaniyetine medâr onun ilmi olduğu» olan bir hâdise-i cüz'iyeyi zikreder. Sonra o hâdisede Melâikelerin Hazret-i Âdem'e karşı ilim noktasında hâdise-i mağlubiyetlerini zikreder. Sonra bu iki hâdiseyi iki ism-i küllî ile icmâl ediyor. Yâni, اَنْتَالْعَلِيمُالْحَكِيمُ yâni «Alîm ve Hakîm sen olduğun için Âdem'i tâlim ettin, bize galib oldu. Hakîm olduğun için, bize istidadımıza göre veriyorsun. Onun istidadına göre rüchaniyet veriyorsun.»
İkinci mânânın misâllerinden meselâ:
وَاِنَّ لَكُمْ فِى اْلاَنَْعَامِ لَعِبْرَةً نُسْقِيكُمْ ِممَّا فِى بُطُونِهِ مِنْ بَيْنِ فَرْثٍ وَدَمٍ لَبَنًا خَالِصًا سَائِغًا لِلشَّارِبِينَ ilâ âhir..
فِيهِشِفَاءٌلِلنَّاسِاِنَّفِىذلِكََلآيَةًلِقَوْمٍيَتَفَكَّرُونَ İşte şu âyetler, Cenâb-ı Hakk'ın koyun, keçi, inek, deve gibi mahluklarını insanlara hâlis, safi, leziz bir süt çeşmesi; üzüm ve hurma gibi masnu'ları da insanlara lâtif, leziz, tatlı birer nimet tablaları ve kazanları; ve arı gibi küçük mu'cizât-ı kudretini şifalı ve tatlı güzel bir şerbetçi yaptığını âyet şöylece gösterdikten sonra tefekküre, ibrete, başka şeyleri de kıyas etmeğe teşvik için اِنَّفِىذلِكََلآيَةًلِقَوْمٍيَتَفَكَّرُونَ der, hâtime verir.
Altıncı Nükte-i Belâgat: Kâh oluyor ki âyet, geniş bir kesrete ahkâm-ı rubûbiyeti serer, sonra birlik ciheti hükmünde bir rabıta-i vahdet ile birleştirir veyahut bir kaide-i külliye içinde yerleştirir. Meselâ:
وَسِعَ كُرْسِيُّهُ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضَ وَلاَ يَؤُودُهُ حِفْظُهُمَا وَهُوَ الْعَلِىُّ الْعَظِيمُ
İşte Âyet-ül Kürsi'de on cümle ile on tabaka-i tevhidi ayrı ayrı renklerde isbat etmekle beraber مَنْذَاالَّذِىيَشْفَعُعِنْدَهُاِلاَّبِاِذْنِهِ cümle
(Orjinal Sayfa:443)
siyle gâyet keskin bir şiddetle şirki ve gayrın müdahalesini keser, atar. Hem şu âyet ism-i âzamın mazharı olduğundan, hakaik-i İlahiyeye ait mânâları âzamî derecededir ki, âzamiyet derecesinde bir tasarruf-u rubûbiyeti gösteriyor. Hem umum semâvat ve arza birden müteveccih tedbir-i ulûhiyeti en âzamî bir derecede umuma şamil bir hafîziyeti zikrettikten sonra; bir rabıta-i vahdet ve birlik ciheti, o âzamî tecelliyatlarının menba'larını وَهُوَالْعَلِىُّالْعَظِيمُ ile hülâsa eder.
Hem meselâ:
اَللّهُ الَّذِى خَلَقَ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضَ وَاَنْزَلَ مِنَ السَّمَاءِ مَاءً فَاَخْرَجَ بِهِ مِنَ الثَّمَرَاتِ رِزْقًا لَكُمْ وَسَخَّرَ لَكُمُ الْفُلْكَ لِتَجْرِىَ فِى الْبَحْرِ بِاَمْرِهِ وَسَخَّرَ لَكُمُ اْلاَنْهَارَوَسَخَّرَ لَكُمُ الشَّمْسَ وَالْقَمَرَ دَائِبَيْنِ وَسَخَّرَ لَكُمُ اللَّيْلَ وَالنَّهَارَ وَآتَيكُمْ مِنْ كُلِّ مَا سَاَلْتُمُوهُ وَاِنْ تَعُدُّوا نِعْمَتَ اللّهِ لاَ ُتحْصُوهَا
İşte şu âyetler, evvelâ Cenâb-ı Hakk'ın insana karşı şu koca kâinatı nasıl bir saray hükmünde halkedip semâdan zemine âb-ı hayatı gönderip, insanlara rızkı yetiştirmek için zemini ve semâyı iki hizmetkâr ettiği gibi, zeminin sâir aktarında bulunan herbir nevi meyvelerinden, herbir adama istifade imkânı vermek, hem insanlara semere-i sa'ylerini mübadele edip her nevi medâr-ı maişetini temin etmek için gemiyi insana müsahhar etmiştir. Yâni denize, rüzgâra, ağaca öyle bir vaziyet vermiş ki; rüzgâr bir kamçı, gemi bir at, deniz onun ayağı altında bir çöl gibi durur. İnsanları gemi vasıtasıyla bütün zemine münasebetdar etmekle beraber ırmakları, büyük nehirleri, insanın fıtrî birer vesait-i nakliyesi hükmünde teshir; hem Güneş ile Ay'ı seyrettirip mevsimleri ve mevsimlerde değişen Mün'im-i Hakikî'nin renk renk nimetlerini insanlara takdim etmek için iki müsahhar hizmetkâr ve o büyük dolabı çevirmek için iki dümenci hükmünde halketmiş. Hem gece ve gündüzü insana müsahhar yâni hâb-ı rahatına geceyi örtü, gündüzü maişetlerine ticaretgâh hükmünde teshir etmiştir. İşte bu niam-ı İlahiyeyi ta'dad ettikten sonra, insana verilen nimetlerin ne kadar geniş bir dairesi oldu
(Orjinal Sayfa:444)
ğunu gösterip, o dairede ne derece hadsiz nimetler dolu olduğunu şu وَآتَيكُمْ مِنْ كُلِّ مَا سَاَلْتُمُوهُ وَاِنْ تَعُدُّوا نِعْمَتَ اللّهِ لاَ تُحْصُوهَا fezleke ile gösterir. Yâni: İstidad ve ihtiyac-ı fıtrî lisanıyla insan ne istemişse, bütün verilmiş. İnsana olan nimet-i İlahiye, ta'dad ile bitmez, tükenmez. Evet insanın mâdem bir sofra-i nimeti semâvat ve arz ise ve o sofradaki nimetlerden bir kısmı Şems, Kamer, gece, gündüz gibi şeyler ise, elbette insana müteveccih olan nimetler hadd ü hesaba gelmez.
Yedinci Sırr-ı Belâgat: Kâh oluyor ki âyet; zâhirî sebebi, icadın kabiliyetinden azletmek ve uzak göstermek için müsebbebin gayelerini, semerelerini gösteriyor. Tâ anlaşılsın ki; sebeb, yalnız zâhirî bir perdedir. Çünki gâyet hakîmane gayeleri ve mühim semereleri irade etmek, gâyet Alîm, Hakîm birinin işi olmak lâzımdır. Sebebi ise şuursuz, câmiddir. Hem semere ve gayetini zikretmekle âyet gösteriyor ki; sebebler çendan nazar-ı zâhirîde ve vücudda müsebbebat ile muttasıl ve bitişik görünür. Fakat hakikatta mabeynlerinde uzak bir mesâfe var. Sebebden müsebbebin icadına kadar o derece uzaklık var ki; en büyük bir sebebin eli, en edna bir müsebbebin icadına yetişemez. İşte sebeb ve müsebbeb ortasındaki uzun mesâfede, Esmâ-i İlahiye birer yıldız gibi tulû' eder. Matla'ları, o mesâfe-i mâneviyedir. Nasılki zâhir nazarda dağların daire-i ufkunda semânın etekleri muttasıl ve mukarin görünür. Halbuki daire-i ufk-u cibâlîden semânın eteğine kadar, umum yıldızların matla'ları ve başka şeylerin meskenleri olan bir mesâfe-i azîme bulunduğu gibi; esbab ile müsebbebat mabeyninde öyle bir mesâfe-i mâneviye var ki, îmânın dürbünüyle, Kur'anın nuruyla görünür. Meselâ:
فَلْيَنْظُرِ اْلاِنْسَانُ اِلَى طَعَامِهِ اَنَّا صَبَبْنَا اْلمَاءَ صَبّاً ثُمَّ شَقَقْنَا اْلاَرْضَ شَقًّا فَاَنْبَتْنَا فِيهَا حَبًّا وَ عِنَبًا وَ قَضْبًا وَ زَيْتُونًا وَ نَخْلاً وَ حَدَائِقَ غُلْبًا وَ فَاكِهَةً وَ اَبًّا مَتَاعًا لَكُمْ وَ ِلاَنْعَامِكُمْ
İşte şu âyet-i kerime, mu'cizât-ı kudret-i İlahiyeyi bir tertib-i hik-
(Orjinal Sayfa:445)
metle zikrederek esbabı müsebbebata rabtedip en âhirde مَتَاعًالَكُمْ lafzıyla bir gayeyi gösterir ki; o gaye, bütün o müteselsil esbab ve müsebbebat içinde o gayeyi gören ve tâkib eden gizli bir mutasarrıf bulunduğunu ve o esbab, onun perdesi olduğunu isbat eder. Evet مَتَاعًا لَكُمْ وَ ِلاَنْعَامِكُمْ tâbiriyle bütün esbabı, icad kabiliyetinden azleder. Mânen der: «Size ve hayvanatınıza rızkı yetiştirmek için su semâdan geliyor. O suda, size ve hayvanatınıza acıyıp şefkat edip rızık yetiştirmek kabiliyeti olmadığından; su gelmiyor, gönderiliyor demektir. Hem toprak, nebâtatıyla açılıp, rızkınız oradan geliyor. Hissiz, şuursuz toprak, sizin rızkınızı düşünüp şefkat etmek kabiliyetinden pek uzak olduğundan, toprak kendi kendine açılmıyor, birisi o kapıyı açıyor, nimetleri ellerinize veriyor. Hem otlar, ağaçlar sizin rızkınızı düşünüp merhameten size meyveleri, hububatı yetiştirmekten pekçok uzak olduğundan, âyet gösteriyor ki, onlar bir Hakîm-i Rahîm'in perde arkasından uzattığı ipler ve şeritlerdir ki, nimetlerini onlara takmış, zîhayatlara uzatıyor. İşte şu Beyânâttan Rahîm, Rezzak, Mün'im, Kerim gibi çok Esmânın matla'ları görünüyor. Hem meselâ:
اَلَمْ تَرَ اَنَّ اللَّهَ يُزْجِى سَحَابًا ثُمَّ يُؤَلِّفُ بَيْنَهُ ثُمَّ يَجْعَلُهُ رُكَامًا فَتَرَى الْوَدْقَ يَخْرُجُ مِنْ خِلاَلِهِ وَ يُنَزِّلُ مِنَ السَّمَاءِ مِنْ جِبَالٍ فِيهَا مِنْ بَرَدٍ فَيُصِيبُ بِهِ مَنْ يَشَاءُ وَ يَصْرِفُهُ عَنْ مَنْ يَشَاءُ يَكَادُ سَنَا بَرْقِهِ يَذْهَبُ بِاْلاَبْصَارِ يُقَلِّبُ اللَّهُ الَّيْلَ وَ النَّهَارَ اِنَّ فِى ذلِكَ لَعِبْرَةً ِلاُولِى اْلاَبْصَارِ وَاللَّهُ خَلَقَ كُلَّ دَابَّةٍ مِنْ مَاءٍ فَمِنْهُمْ مَنْ يَمْشِى عَلَى بَطْنِهِ وَ مِنْهُمْ مَنْ يَمْشِى عَلَى رِجْلَيْنِ وَ مِنْهُمْ مَنْ يَمْشِى عَلَى اَرْبَعٍ يَخْلُقُ اللَّهُ مَا يَشَاءُ اِنَّ اللَّهَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
İşte şu âyet, mu'cizât-ı rubûbiyetin en mühimlerinden ve hazine-i rahmetin en acib perdesi olan bulutların teşkilâtında yağmur
(Orjinal Sayfa:446)
yağdırmaktaki tasarrufat-ı acibeyi Beyân ederken güya bulutun eczaları cevv-i havada dağılıp saklandığı vakit, istirahatâ giden neferat misillü bir boru sesiyle toplandığı gibi emr-i İlahî ile toplanır, bulut teşkil eder. Sonra küçük küçük taifeler bir ordu teşkil eder gibi, o parça parça bulutları te'lif edip, -kıyamette seyyar dağlar cesamet ve şeklinde ve rutubet ve beyazlık cihetinde kar ve dolu keyfiyetinde olan- o sehab parçalarından âb-ı hayatı bütün zîhayata gönderiyor. Fakat o göndermekte bir irade, bir kasd görünüyor. Hâcâta göre geliyor; demek gönderiliyor. Cevv berrak, safi, hiçbir şey yokken bir mahşer-i acaib gibi dağvari parçalar kendi kendine toplanmıyor, belki zîhayatı tanıyan birisidir ki, gönderiyor. İşte şu mesâfe-i mâneviyede Kadîr, Alîm, Mutasarrıf, Müdebbir, Mürebbi, Mugis, Muhyî gibi Esmâların matla'ları görünüyor.
Sekizinci Meziyet-i Cezâlet: Kur'an kâh oluyor ki, Cenâb-ı Hakk'ın âhirette hârika ef'allerini kalbe kabûl ettirmek için ihzâriye hükmünde ve zihni tasdika müheyya etmek için bir i'dadiye Sûretinde dünyadaki acaib ef'alini zikreder veyahut istikbalî ve uhrevî olan ef'al-i acibe-i İlahiyeyi öyle bir Sûrette zikreder ki, meşhudumuz olan çok nazîreleriyle onlara kanaatımız gelir. Meselâ:
اَوَ لَمْ يَرَ اْلاِنْسَانُ اَنَّا خَلَقْنَاهُ مِنْ نُطْفَةٍ فَاِذَا هُوَ خَصِيمٌ مُبِينٌ tâ Sûrenin âhirine kadar... İşte şu bahiste haşir mes'elesinde Kur'an-ı Hakîm, haşri isbat için yedi-sekiz Sûrette muhtelif bir tarzda isbat ediyor. Evvelâ neş'e-i ûlâyı nazara verir. Der ki: «Nutfeden alakaya, alakadan mudgaya, mudgadan tâ hilkat-ı insâniyeye kadar olan neş'etinizi görüyorsunuz. Nasıl oluyor ki, neş'e-i uhrayı inkâr ediyorsunuz. O, onun misli, belki daha ehvenidir.» Hem Cenâb-ı Hak insana karşı ettiği ihsanat-ı azîmeyi اَلَّذِى جَعَلَ لَكُمْ مِنَ الشَّجَرِ اْلاَخْضَرِ نَارًا kelimesiyle işaret edip der:
Size böyle nimet eden zât, sizi başıboş bırakmaz ki, kabre girip kalkmamak üzere yatasınız.» Hem remzen der: «Ölmüş ağaçların dirilip yeşillenmesini görüyorsunuz. Odun gibi kemiklerin hayat bulmasını kıyas edemeyip istib'ad ediyorsunuz. Hem semâvat ve arzı halkeden, semâvat ve arzın meyvesi olan insanın hayat ve mematından âciz kalır mı? Koca ağacı idare eden, o ağacın meyvesine ehemmiyet vermeyip başkasına mal eder mi?
(Orjinal Sayfa:447)
Bütün ağacın neticesini terketmekle, bütün eczasıyla hikmetle yoğrulmuş hilkat şeceresini abes ve beyhude yapar mı zannedersiniz?» Der: «Haşirde sizi ihya edecek zât, öyle bir zâttır ki; bütün kâinat, ona emirber nefer hükmündedir. Emr-i kün feyekûne karşı Kemâl-i inkıyad ile serfüru' eder. Bir baharı halketmek bir çiçek kadar ona ehven gelir. Bütün hayvanatı icad etmek, bir sinek icadı kadar kudretine kolay gelir bir zâttır. Öyle bir zâta karşı, مَنْيُحْيِىاْلعِظَامَ deyip kudretine karşı taciz ile meydan okunmaz... Sonra فَسُبْحَانَالَّذِىبِيَدِهِمَلَكُوتُكُلِّشَىْءٍ tâbiriyle: Herşeyin dizgini elinde, herşeyin anahtarı yanında, gece ve gündüzü, kış ve yazı bir kitab sahifeleri gibi kolayca çevirir. Dünya ve âhireti, iki menzil gibi bunu kapar, onu açar bir Kadîr-i Zülcelâl'dir» Mâdem böyledir, bütün delâilin neticesi olarak وَاِلَيْهِتُرْجَعُونَ Yâni: «Kabirden sizi ihya edip, haşre getirip, huzur-u kibriyâ sında hesabınızı görecektir.» İşte şu âyetler, haşrin kabûlüne zihni müheyya etti, kalbi de hâzır etti. Çünki nazairini dünyevî ef'al ile de gösterdi.
Hem kâh oluyor ki, ef'al-i uhreviyesini öyle bir tarzda zikreder ki; dünyevî nazairlerini ihsas etsin, tâ istib'ad ve inkâra meydan kalmasın. Meselâ: اِذَاالشَّمْسُكُوِّرَتْ ilh... ve اِذَاالسَّمَآُانْفَطَرَتْ ilh... ve اِذَاالسَّمَآُانْشَقَّتْ İşte şu Sûrelerde kıyamet ve haşirdeki inkılabat-ı azîmeyi ve tasarrufat-ı rubûbiyeti öyle bir tarzda zikreder ki; insan onların nazîrelerini dünyada, meselâ güzde, baharda gördüğü için, kalbe dehşet verip akla sığmayan o inkılabatı kolayca kabûl eder. Şu üç Sûrenin meal-i icmâlîsine işaret dahi pek uzun olur. Onun için birtek kelimeyi nümune olarak göstereceğiz. Meselâ: َاِذَاالصُّّحُفُنُشِرَتْ kelimesi ifade eder ki: Haşirde herkesin bütün a'mali bir sahife içinde yazılı olarak neşrediliyor. Şu mes'ele, kendi kendine çok acaib olduğundan akıl ona yol bulamaz. Fakat Sûrenin işaret ettiği gibi haşr-i
(Orjinal Sayfa:44

baharîde başka noktaların nazîresi olduğu gibi, şu neşr-i suhuf nazîresi pek zâhirdir. Çünki her meyvedâr ağacın, ya çiçekli bir otun da amelleri var, fiilleri var, vazifeleri var, Esmâ-i İlahiyeyi ne şekilde göstererek tesbihat etmiş ise ubûdiyetleri var. İşte onun bütün bu amelleri tarih-i hayatlarıyla beraber umum çekirdeklerinde, tohumcuklarında yazılıp başka bir baharda, başka bir zeminde çıkar. Gösterdiği şekil ve Sûret lisanıyla, gâyet fasih bir Sûrette, analarının ve asıllarının a'malini zikrettiği gibi; dal, budak, yaprak, çiçek ve meyveleriyle, sahife-i a'malini neşreder. İşte gözümüzün önünde bu Hakîmane, Hafîzane, Müdebbirâne, Mürebbiyane, Lâtifane şu işi yapan odur ki, der: َاِذَاالصُّحُفُنُشِرَتْ Başka noktaları buna kıyas eyle, kuvvetin varsa istinbat et. Sana yardım için bunu da söyleyeceğiz. İşte اِذَاالشَّمْسُكُوِّرَتْ Şu kelâm; «Tekvir» lafzıyla, yâni sarmak ve toplamak mânâsıyla, parlak bir temsile işaret ettiği gibi, nazîrini dahi îma eder.
Birinci: Evet Cenâb-ı Hak tarafından adem ve esîr ve semâ perdelerini açıp, Güneş gibi, dünyayı ışıklandıran pırlanta-misâl bir lâmbayı, hazine-i rahmetinden çıkarıp dünyaya gösterdi. Dünya kapandıktan sonra, o pırlantayı perdelerine sarıp kaldıracak.
İkinci: Veya ziya metâını neşretmek ve zeminin kafasına ziyayı, zulmetle münavebeten sarmakla muvazzaf bir memur olduğunu ve her akşam o memura metâını toplattırıp gizlettiği gibi, kâh olur bir bulut perdesiyle alış-verişini az yapar; kâh olur Ay onun yüzüne karşı perde olur, muamelesini bir derece çeker, metâını ve muamelât defterlerini topladığı gibi, elbette o memur bir vakit o memuriyetten infisal edecektir. Hattâ hiçbir sebeb-i azl bulunmazsa, şimdilik küçük fakat büyümeye yüz tutmuş yüzündeki iki leke büyümekle, Güneş yerin başına izn-i İlahî ile sardığı ziyayı, emr-i Rabbanî ile geriye alıp, güneşin başına sarıp, «Haydi yerde işin kalmadı»der. «Cehennem'e git, sana ibâdet edip senin gibi bir memur-u müsahharı sadakatsizlikle tahkir edenleri yak.»
der. اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ fermanını lekeli siyah yüzüyle yüzünde okur.
Dokuzuncu Nükte-i Belâgat: Kur'an-ı Hakîm kâh olur cüz'î
(Orjinal Sayfa:449)
Bâzı maksadları zikreder. Sonra o cüz'iyat vasıtasıyla küllî makamlara zihinleri sevketmek için, o cüz'î maksadı, bir kaide-i külliye hükmünde olan Esmâ-i hüsnâ ile takrir ederek tesbit eder, tahkik edip isbat eder. Meselâ:
قَدْ سَمِعَ اللّهُ قَوْلَ الَّتِى ُتجَادِلُكَ فِى زَوْجِهَا وَتَشْتَكِى اِلَى اللّهِ وَاللّهُ يَسْمَعُ َتحَاوُرَكُمَا اِنَّ اللّهَ سَمِيعٌ بَصِيرٌ
İşte Kur'an der: «Cenâb-ı Hak, Semi'-i Mutlak'tır, herşeyi işitir. Hattâ en cüz'î bir macera olan ve zevcinden teşekki eden bir zevcenin sana karşı mücadelesini Hak ismiyle işitir. Hem rahmetin en lâtif cilvesine mazhar ve şefkatın en fedâkâr bir hakikatına maden olan bir kadının haklı olarak zevcinden dâvasını ve Cenâb-ı Hakk'a şekvasını umûr-u azîme Sûretinde Rahîm ismiyle ehemmiyetle işitir ve Hak ismiyle ciddiyetle bakar.» İşte bu cüz'î maksadı küllîleştirmek için, mahlukatın en cüz'î bir hâdisesini işiten, gören; kâinatın daire-i imkânîsinden hariç bir zât, elbette herşeyi işitir, herşeyi görür bir zât olmak lâzımgelir. Ve kâinata Rab olan, kâinat içinde mazlum küçük mahlukların dertlerini görmek, feryatlarını işitmek gerektir. Dertlerini görmeyen, feryatlarını işitmeyen, «Rab» olamaz. Öyle ise, اِنَّ اللّهَ سَمِيعٌ بَصِيرٌ cümlesiyle iki hakikat-ı azîmeyi tesbit eder.
Hem meselâ:
سُبْحَانَ الَّذِى اَسْرَى بِعَبْدِهِ لَيْلاً مِنَ اْلمَسْجِدِ اْلحَرَامِ اِلَى اْلمَسْجِدِ اْلاَقْصَى الَّذِى بَارَكْنَا حَوْلَهُ لِنُرِيَهُ مِنْ آيَاتِنَا اِنَّهُ هُوَ السَّمِيعُ الْبَصِيرُ
İşte Kur'an, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın mi'racının mebdei olan, Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksa'ya olan seyeranını zikrettikten sonra اِنَّهُهُوَالسَّمِيعُالْبَصِيرُ der. اِنَّهُ deki zamir, ya Cenâb-ı Hakk'adır veyahut Peygamberedir. Peygambere göre olsa, şöyle
oluyor ki: «Bu seyahat-ı cüz'îde, bir seyr-i umumî, bir uruc-u küllî var ki, tâ Sidret-ül Münteha'ya, tâ Kab-ı Kavseyn'e ka
(Orjinal Sayfa:450)
dar, merâtib-i külliye-i Esmâiyyede gözüne, kulağına tezahür eden âyât-ı Rabbâniyeyi ve acaib-i san'at-ı İlahiyyeyi işitmiş, görmüştür»der. O küçük, cüz'î seyahatı; küllî ve mahşer-i acaib bir seyahatın anahtarı hükmünde gösteriyor. Eğer zamir, Cenâb-ı Hakk'a raci' olsa şöyle oluyor ki: «Bir abdini bir seyahatta huzuruna davet edip bir vazife ile tavzif etmek için Mescid-i Haram'dan mecma-i Enbiyâ olan Mescid-i Aksa'ya gönderip enbiyalarla görüştürüp bütün Enbiyaların usûl-ü dinlerine vâris-i mutlak olduğunu gösterdikten sonra, tâ Kab-ı Kavseyn'e kadar mülk ü melekûtunda gezdirdi.» İşte çendan o zât bir abddir, bir mi'rac-ı cüz'îde seyahat eder. Fakat bu abdde bütün kâinata taallûk eden bir emanet beraberdir. Hem şu kâinatın rengini değiştirecek bir nur beraberdir. Hem saadet-i ebediyenin kapısını açacak bir anahtar beraber olduğu için, Cenâb-ı Hak kendi zâtını bütün eşyayı işitir ve görür sıfatıyla tavsif eder. Tâ o emanet, o nur, o anahtarın cihan-şümûl hikmetlerini göstersin.
Hem meselâ:
َاْلحَمْدُ لِلّهِ فَاطِرِ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ جَاعِلِ اْلمَلاَئِكَةِ رُسُلاً اوُلِى اَجْنِحَةٍ مَثْنَى وَثُلاَثَ وَرُبَاعَ يَزِيدُ فِى اْلخَلْقِ مَا يَشَاءُ اِنَّ اللّهَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
İşte şu Sûrede, «Semâvat ve arzın Fâtır-ı Zülcelâli, semâvat ve arzı öyle bir tarzda tezyin edip âsâr-ı Kemâlini göstermekle hadsiz seyircilerinden Fâtır'ına hadsiz medh ü senalar ettiriyor ve öyle de hadsiz nimetlerle süslendirmiş ki, semâ ve zemin bütün nimetlerin ve nimetdîdelerin lisanlarıyla o Fâtır-ı Rahman'ına nihayetsiz hamd ü sitayiş ederler.» dedikten sonra, yerin şehirleri ve memleketleri içinde Fâtır'ın verdiği cihazat ve kanatlarıyla seyr ü seyahat eden insanlarla hayvanat ve tuyur gibi; semâvî saraylar olan yıldızlar ve ulvî memleketleri olan burclarda gezmek ve tayeran etmek için, o memleketin sekeneleri olan meleklerine kanat veren Zât-ı Zülcelâl, elbette herşeye kadir olmak lâzım gelir. Bir sineğe, bir meyveden bir meyveye; bir serçeye, bir ağaçtan bir ağaca uçmak kanadını veren, Zühre'den Müşteri'ye, Müşteri'den Zühal'e uçacak kanatları o veriyor. Hem Melâikeler, sekene-i zemin gibi cüz'iyete münhasır değiller, bir mekân-ı muayyen onları kaydedemiyor. Bir vakitte dört veya daha ziyade yıldızlarda bulunduğuna işaret:
(Orjinal Sayfa:451)
مَثْنَى وَثُلاَثَ وَرُبَاعَ kelimeleriyle tafsil verir. İşte şu hâdise-i
cüz'iye olan «Melâikeleri kanatlarla teçhiz etmek»tâbiriyle, gâyet küllî ve umumî bir âzamet-i kudretin destgâhına işaret ederek; اِنَّاللَّهَعَلَىكُلِّشَيْءٍقَدِيرٌ fezlekesiyle tahkik edip tesbit eder.
Onuncu Nükte-i Belâgat: Kâh oluyor âyet, insanın isyankârane amellerini zikreder, şedid bir tehdid ile zecreder. Sonra şiddet-i tehdid, ye'se ve ümidsizliğe atmamak için, rahmetine işaret eden bir kısım Esmâ ile hâtime verir, teselli eder. Meselâ:
قُلْ لَوْ كَانَ مَعَهُ آلِهَةً كَمَا يَقُولُونَ اِذًا لاَبْتَغَوْا اِلَى ذِى الْعَرْشِ سَبِيلاً سُبْحَانَهُ وَتَعَالَى عَمَّا يَقُولُونَ عُلُوًّا كَبِيرًا تُسَبِّحُ لَهُ السَّموَاتُ السَّبْعُ وَاْلاَرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ وَ اِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ وَ لكِنْ لاَ تَفْقَهُونَ تَسْبِيحَهُمْ اِنَّهُ كَانَ حَلِيمًا غَفُورًا
İşte şu âyet der ki: De: Eğer dediğiniz gibi mülkünde şeriki olsaydı, elbette arş-ı rubûbiyetine el uzatıp müdahale eseri görünecek bir derecede bir intizâmsızlık olacaktı. Halbuki yedi tabaka semâvattan, tâ hurdebinî zîhayatlara kadar, herbir mahluk küllî olsun cüz'î olsun, küçük olsun büyük olsun, mazhar olduğu bütün isimlerin cilve ve nakışları dilleriyle, o Esmâ-i hüsnânın Müsemma-i Zülcelâlini tesbih edip, şerik ve nazîrden tenzih ediyorlar. Evet nasılki semâ güneşler, yıldızlar denilen nur-efşan kelimâtıyla, hikmet ve intizâmıyla, onu takdis ediyor, vahdetine şehadet ediyor ve cevv-i hava dahi, bulutların ve berk ve r0a'd ve katrelerin kelimâtıyla onu tesbih ve takdis ve vahdâniyetine şehadet eder. Öyle de zemin, hayvanat ve nebâtat ve mevcûdât denilen hayattar kelimâtıyla Hâlık-ı Zülcelâlini tesbih ve tevhid etmekle beraber, herbir ağacı, yaprak ve çiçek ve meyvelerin kelimâtıyla yine tesbih edip birliğine şehadet eder. Öyle de en küçük mahluk, en cüz'î bir masnu', küçüklüğü ve cüz'iyetiyle beraber, taşıdığı nakışlar ve keyfiyetler işaretiyle pekçok Esmâ-i külliyeyi göstermek ile Müsemma-yı Zülcelâli
(Orjinal Sayfa:452)
tesbih edip vahdâniyetine şehadet eder. İşte bütün kâinat birden, bir lisan ile, müttefikan Hâlık-ı Zülcelâlini tesbih edip vahdâniyetine şehadet ederek kendilerine göre muvazzaf oldukları vazife-i ubûdiyeti, Kemâl-i itaatle yerine getirdikleri halde, şu kâinatın hülâsası ve neticesi ve nazdar bir halifesi ve nazenin bir meyvesi olan insan, bütün bunların aksine, zıddına olarak, ettikleri küfür ve şirkin ne kadar çirkin düşüp ne derece cezaya şayeste olduğunu ifade edip bütün bütün ye'se düşürmemek için, hem şunun gibi nihayetsiz bir cinâyete, hadsiz çirkin bir isyana Kahhar-ı Zülcelâl nasıl meydan verip kâinatı başlarına harab etmediğinin hikmetini göstermek için اِنَّهُكَانَحَلِيمًاغَفُورًا der. O hâtime ile hikmet-i imhali gösterip, bir rica kapısı açık bırakır.
İşte şu on işarât-ı i'câziyeden anla ki, âyetlerin hâtimelerindeki fezlekelerde, çok reşehat-ı hidâyetiyle beraber çok lemaât-ı i'câziye vardır ki, bülegaların en büyük dâhîleri, şu bedi' üslûblara karşı Kemâl-i hayret ve istihsanlarından parmağını ısırmış, dudağını dişlemiş, مَاهذَاكَلاَمُالْبَشَرِ demiş. اِنْهُوَاِلاَّوَحْىٌيُوحَى ya, hakkalyakîn olarak îmân etmişler. Demek Bâzı âyette, bütün mezkûr işaratla beraber bahsimize girmeyen çok mezaya-yı âheri de tâzammun eder ki, o mezayanın icmâında öyle bir nakş-ı i'câz görünür ki, kör dahi görebilir.
İkinci Şu'lenin Üçüncü Nuru şudur ki: Kur'an, başka kelâmlarla kabil-i kıyas olamaz. Çünki kelâmın tabakaları, ulviyet ve kuvvet ve hüsn-ü cemâl cihetinden dört menbaı var. Biri mütekellim, biri muhatâb, biri maksad, biri makamdır. Ediblerin, yanlış olarak yalnız makam gösterdikleri gibi değildir. Öyle ise, sözde "Kim söylemiş? Kime söylemiş? Ne için söylemiş? Ne makamda söylemiş?" ise bak. Yalnız söze bakıp durma. Mâdem kelâm kuvvetini, hüsnünü bu dört menbadan alır. Kur'anın menbaına dikkat edilse, Kur'anın derece-i belâgatı, ulviyet ve hüsnü anlaşılır. Evet mâdem kelâm, mütekellime bakıyor. Eğer o kelâm emr ve nehy ise, mütekellimin derecesine göre irade ve kudreti de tâzammun eder. O vakit söz mukavemet-sûz olur; maddî elektrik gibi tesir eder, kelâmın ulviyet ve kuvveti o nisbette tezayüd eder. Meselâ:
(Orjinal Sayfa:453)
يَا اَرْضُ ابْلَعِى مَاءَ كِ وَيَا سَمَاءُ اَقْلِعِى yâni «Ya arz! Vazifen bitti suyunu yut. Ya semâ! Hacet kalmadı, yağmuru kes.» Meselâ: فَقَالَ لَهَا وَلِلْلاَرْضِ ائْتِيَا طَوْعًا اَوْ كَرْهًا قَالَتَا اَتَيْنَا طَائِعِينَ yâni «Ya arz! Ya semâ! İster istemez geliniz, hikmet ve kudretime râm olunuz. Ademden çıkıp, vücudda meşhergâh-ı san'atıma geliniz.» dedi. Onlar da: «Biz Kemâl-i itaatle geliyoruz. Bize gösterdiğin her vazifeyi senin kuvvetinle göreceğiz.» İşte kuvvet ve iradeyi tâzammun eden hakikî ve nâfiz şu emirlerin kuvvet ve ulviyetine bak. Sonra insanların اُسْكُنِى يَا اَرْضُ وَانْشَقِّى يَا سَمَاءُ وَقُومِى اَيَّتُهَا الْقِيَامَةُ gibi Sûret-i emirde cemadata hezeyanvari muhaveresi, hiç o iki emre kabil-i kıyas olabilir mi? Evet temenniden neş'et eden arzular ve o arzulardan neş'et eden fuzûliyâne emirler nerede... Hakikat-ı âmiriyetle muttasıf bir âmirin iş başında hakikat-ı emri nerede... Evet emri nâfiz büyük bir âmirin muti' ve büyük bir ordusuna «Arş» emri nerede... Ve şöyle bir emir, âdi bir neferden işitilse; iki emir Sûreten bir iken, mânen bir neferle bir ordu kumandanı kadar farkı var. Meselâ:
اِنمَّاَ اَمْرُهُ اِذَا اَرَادَ شَيْئًا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ Hem meselâ: وَاِذْ قُلْنَا لِلْمَلاَئِكَةِ اسْجُدُوا ِلآدَمَ Şu iki âyette iki emrin kuvvet ve ulviyetine bak, sonra beşerin emirler nev'indeki kelâmına bak. Acaba yıldız böceğinin Güneş'e nisbeti gibi kalmıyorlar mı? Evet hakikî bir mâlikin iş başındaki bir tasviri ve hakikî bir san'atkârın işlediği vakit san'atına dair verdiği Beyânâtı ve hakikî bir mün'imin ihsan başında iken Beyân ettiği ihsanatı, yâni kavl ile fiili birleştirmek, kendi fiilini hem göze, hem kulağa tasvir etmek için şöyle dese: «Bakınız! İşte bunu yaptım, böyle yapıyorum. İşte bunu bunun için yaptım. Bu böyle olacak, bunun için işte bunu böyle yapıyorum.» Meselâ:
(Orjinal Sayfa:454)
اَفَلَمْ يَنْظُرُوا اِلَى السَّمَاءِ فَوْقَهُمْ كَيْفَ بَنَيْنَاهَا وَ زَيَّنَّاهَا وَمَا لَهَا مِنْ فُرُوجٍ وَاْلاَرْضَ مَدَدْنَاهَا وَ اَلْقَيْنَا فِيهَا رَوَاسِىَ وَ اَنْبَتْنَا فِيهَا مِنْ كُلِّ زَوْجٍ بَهِيجٍ تَبْصِرَةً وَ ذِكْرَى لِكُلِّ عَبْدٍ مُنِيبٍ وَ نَزّلْنَا مِنَ السّمَاءِ مَاءً مُبَارَكًا فَاَنْبَتْنَا بِهِ جَنَّاتٍ وَ حَبَّ الْحَصِيدِ وَالنَّخْلَ بَاسِقَاتٍ لَهَا طَلْعٌ نَضِيدٌ رِزْقًا لِلْعِبَادِ وَ اَوْحَيْنَا بِهِ بَلْدَةً مَيْتًا كَذَ لِكَ الْخُرُوجُ
Kur'anın semâsında şu Sûrenin burcunda parlayan yıldız-misâl Cennet meyveleri gibi şu tasviratı, şu ef'alleri içindeki intizâm-ı belâgatla çok tabaka haşrin delâilini zikredip neticesi olan haşri كَذَلِكَالْخُرُوجُ tâbiri ile isbat edip Sûrenin başında haşri inkâr edenleri ilzam etmek nerede... İnsanların fuzûliyâne onlarla teması az olan ef'alden bahisleri nerede...
Taklid Sûretinde çiçek resimleri; hakikî, hayatdar çiçeklere nisbeti derecesinde olamaz. Şu اَفَلَمْ يَنْظُرُوا dan tâ كَذلِكَ الْخُرُوجُ a kadar güzelce meali söylemek çok uzun gider. Yalnız bir işaret edip geçeceğiz. Şöyle ki:
Sûrenin başında, küffar haşri inkâr ettiklerinden Kur'an onları haşrin kabûlüne mecbur etmek için şöylece bast-ı mukaddemat eder. Der: «Âyâ, üstünüzdeki semâya bakmıyor musunuz ki, biz ne keyfiyette, ne kadar muntâzam, muhteşem bir Sûrette bina etmişiz. Hem görmüyor musunuz ki; nasıl yıldızlarla, Ay ve Güneş ile tezyin etmişiz, hiçbir kusur ve noksaniyet bırakmamışız. Hem görmüyor musunuz ki, zemini size ne keyfiyette sermişiz, ne kadar hikmetle tefriş etmişiz. O yerde dağları tesbit etmişiz, denizin istilâsından muhafaza etmişiz. Hem görmüyor musunuz, o yerde ne kadar güzel, rengârenk herbir cinsten çift hadrevatı, nebâtatı halkettik; yerin her tarafını o güzellerle güzelleştirdik. Hem görmüyor musu
(Orjinal Sayfa:455)
nuz, ne keyfiyette semâ cânibinden bereketli bir suyu gönderiyoruz. O su ile bağ ve bostanları, hububatı, yüksek leziz meyveli hurma gibi ağaçları halkedip ibâdıma rızkı onunla gönderiyorum, yetiştiriyorum. Hem görmüyor musunuz; o su ile ölmüş memleketi ihya ediyorum. Binler dünyevî haşirleri icad ediyorum. Nasıl bu nebâtatı, kudretimle bu ölmüş memleketten çıkarıyorum; sizin haşirdeki hurûcunuz da böyledir. Kıyamette arz ölüp, siz sağ olarak çıkacaksınız. » İşte şu âyetin isbat-ı haşirde gösterdiği cezâlet-i beyâniye -ki, binden birisine ancak işaret edebildik- nerede; insanların bir dâva için serdettikleri kelimât nerede...
Şu risalenin başında şimdiye kadar tahkik namına bîtarâfâne muhakeme Sûretinde, Kur'anın i'câzını muannid bir hasma kabûl ettirmek için Kur'anın çok hukukunu gizli bıraktık. O güneşi, mumlar sırasına getirip müvazene ediyorduk. Şimdi tahkik vazifesini îf edip, parlak bir Sûrette i'câzını isbat etti. Şimdi ise tahkik namına değil, hakikat namına bir-iki söz ile Kur'anın müvazeneye gelmez hakikî makamına işaret edeceğiz:
Evet sâir kelâmların Kur'anın âyâtına nisbeti, şişelerdeki görünen yıldızların küçücük akisleriyle yıldızların aynına nisbeti gibidir. Evet herbiri birer hakikat-ı sabiteyi tasvir eden, gösteren Kur'anın kelimâtı nerede... Beşerin fikri ve duygularının âyineciklerinde kelimâtıyla tersim ettikleri mânâlar nerede... Evet envar-ı hidâyeti ilham eden ve Şems ve Kamer'in Hâlık-ı Zülcelâlinin kelâmı olan Kur'anın Melâike-misâl zîhayat kelimâtı nerede... Beşerin hevesâtını uyandırmak için sehhar nefisleriyle, müzevver incelikleriyle ısırıcı kelimâtı nerede... Evet ısırıcı haşerat ve böceklerin mübarek Melâike ve nuranî ruhânîlere nisbeti ne ise; beşerin kelimâtı, Kur'anın kelimâtına nisbeti odur. Şu hakikatları Yirmibeşinci Söz ile beraber geçen Yirmidört aded Sözler isbat etmiştir. Şu dâvamız mücerred değil; bürhânı, geçmiş neticedir. Evet herbiri cevâhir-i hidâyetin birer sadefi ve hakaik-i îmâniyenin birer menbaı ve esâsât-ı İslâmiyenin birer madeni ve doğrudan doğruya Arş-ür Rahman'dan gelen ve kâinatın fevkınde ve haricinde insana bakıp inen ve ilim ve kudret ve iradeyi tâzammun eden ve hitab-ı ezelî olan elfâz-ı Kur'aniye nerede; İnsanın hevaî, hevaperestâne, vâhî, hevesperverâne elfâzı nerede... Evet Kur'an bir şecere-i tûbâ hükmüne geçip şu âlem-i İslâmiyeyi bütün mâneviyatıyla, şeair ve kemâlâtıyla, desatir ve ahkâmıyla yapraklar Sûretinde neşredip asfiya ve evliya
(Orjinal Sayfa:456)
sını birer çiçek hükmünde o ağacın âb-ı hayatıyla taze, güzel gösterip bütün Kemâlât ve hakaik-i kevniye ve İlahiyeyi semere verip meyvelerindeki çok çekirdekleri amelî birer düstur, birer proğram hükmüne geçip yine meyvedâr ağaç hükmünde müteselsil hakaikı gösteren Kur'an nerede; Beşerin mâlûmumuz olan kelâmı nerede! اَيْنَالثَّرَامِنَالثُّرَيَّا
Bin üçyüzelli senedir Kur'an-ı Hakîm, bütün hakaikını kâinat çarşısında açıp teşhir ettiği halde; herkes, her millet, her memleket onun cevâhirinden, hakaikından almıştır ve alıyorlar. Halbuki ne o ülfet, ne o mebzuliyet, ne o mürur-u zaman, ne o büyük tahavvülâtlar; onun kıymetdar hakaikına, onun güzel üslûblarına halel verememiş, ihtiyarlatmamış, kurutmamış, kıymetten düşürmemiş, hüsnünü söndürmemiştir. Şu hâlet tek başıyla bir i'câzdır.
Şimdi biri çıksa Kur'anın getirdiği hakaikten bir kısmına kendi hevesince çocukça bir intizâm verse, Kur'anın Bâzı âyâtına muâraza için nisbet etse, "Kur'ana yakın bir kelâm söyledim" dese, öyle ahmakane bir sözdür ki, meselâ taşları muhtelif cevâhirden bir saray-ı muhteşemi yapan ve o taşların vaziyetinde umum sarayın nukuş-u âliyesine bakan mizanlı nakışlar ile tezyin eden bir ustanın san'atıyla o nukuş-u âliyeden fehmi kasır, o sarayın bütün cevâhir ve zînetlerinden bîbehre bir âdi adam, âdi hânelerin bir ustası, o saraya girip o kıymetdar taşlardaki ulvî nakışları bozup çocukça hevesine göre âdi bir hânenin vaziyetine göre bir intizâm, bir Sûret verse ve çocukların nazarına hoş görünecek
Bâzı boncukları taksa, sonra "Bakınız! O sarayın ustasından daha ziyade meharet ve servetim var ve kıymetdar zînetlerim var" dese; divanece bir hezeyan eden bir sahtekârın nisbet-i san'atı gibidir.
ÜÇÜNCÜ ŞÛ'LE: Üç ziyası var.
BİRİNCİ ZİYA: Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyân'ın büyük bir vech-i i'câzı Onüçüncü Söz'de Beyân edilmiştir. Kardeşleri olan sâir vücuh-u i'câz sırasına girmek için bu makama alınmıştır. İşte Kur'anın herbir âyeti, birer necm-i sâkıb gibi i'câz ve hidâyet nurunu neşrile küfür ve gaflet zulümatını dağıttığını görmek ve zevketmek istersen; kendini Kur'anın nüzulünden evvel olan o asr-ı câhiliyette ve o
(Orjinal Sayfa:457)
sahra-yı bedeviyette farzet ki, herşey zulmet-i cehil ve gaflet altında perde-i cümûd-u tabiata sarılmış olduğu bir anda birden Kur'anın lisan-ı ulvîsinden
سَبَّحَ لِلَّهِ مَا فِى السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ وَهُوَ الْعَزِيزُ اْلحَكِيمُ يُسَبِّحُ ِللَّهِ مَا فِى السَّموَاتِ وَمَا فِى اْلاَرْضِ اْلمَلِكِ الْقُدُّوسِ الْعَزِيزِ اْلحَكِيمِ *
...