Eğer o hârikalar, daire-i ubûdiyete gidip, o daireden haklarını isterlerse; o zaman o daireden şöyle bir cevab alırlar ki: «Sizin münasebetiniz bizimle pek azdır ve dairemize kolay giremezsiniz. Çünki proğramımız budur ki: Dünya bir misafirhânedir. İnsan ise onda az duracaktır ve vazifesi çok bir misafirdir ve kısa bir ömürde hayat-ı ebediyeye lâzım olan levazımatı tedârik etmekle mükelleftir. En ehemm ve en elzem işler, takdim edilecektir. Halbuki siz ekseriyet îtibâriyle şu fâni dünyayı bir makarr-ı ebedî nokta-i nazarında ve gaflet perdesi altında, dünyaperestlik hissiyle işlenmiş bir sûret sizde görülüyor. Öyle ise, hakperestlik ve âhireti düşünmeklik esâsları üzerine müesses olan ubûdiyetten hisseniz pek azdır. Lâkin eğer kıymettar bir ibâdet olan sırf menfaat-ı ibâdullah için ve menâfi-i umumiye ve istirahat-ı âmmeye ve hayát-ı içtimaiyenin kemâline hizmet eden ve elbette ekalliyet teşkil eden muhterem san'atkârlar ve mülhem keşşaflar, arkanızda ve içinizde varsa; o hassas zâtlara şu remz ve işarat-ı Kur'aniye -sa'ye teşvik ve san'atlarını takdir etmek için- elhak kâfi ve vâfidir.»
İKİNCİ SUALE CEVAB: Eğer desen: «Şimdi şu tahkikattan sonra şübhem kalmadı ve tasdik ettim ki; Kur'anda sâir hakaikla beraber, medeniyet-i hâzıranın hârikalarına ve belki daha ilerisine işaret ve remz vardır. Dünyevî ve uhrevî saadet-i beşere lâzım olan herşey, değeri nisbetinde içinde bulunur. Fakat niçin Kur'an, onları sarahatla zikretmiyor? Tâ, muannid kâfirler dahi tasdike mecbur olsunlar, kalbimiz de rahat olsun?
ELCEVAB: Din bir imtihandır. Teklif-i İlahî bir tecrübedir. Tâ, ervah-ı âliye ile ervah-ı sâfile, müsabaka meydanında birbirinden ayrılsın. Nasılki bir mâdene ateş veriliyor; tâ elmasla kömür, altunla toprak birbirinden ayrılsın. Öyle de bu dâr-ı imtihanda olan teklifat-ı İlahiye bir ibtilâdır ve bir müsabakaya sevktir ki; istidad-ı beşer mâdeninde olan cevâhir-i âliye ile mevadd-ı süfliye, birbirinden tefrik edilsin... Mâdem Kur'an, bu dâr-ı imtihanda bir tecrübe Sûretinde, bir müsabaka meydanında beşerin tekemmülü için nâzil olmuştur. Elbette şu dünyevî ve herkese görünecek umûr-u gaybiye-i istikbaliyeye yalnız işaret edecek ve hüccetini isbat edecek derecede akla kapı açacak. Eğer sarahaten zikretse, sırr-ı teklif bozulur. Âdeta gökyüzündeki yıldızlarla vazıhan لآَاِلَهَ اِلاَّاللَّهُ yazmak misillü bir bedâhete girecek. O zaman herkes ister istemez
sh: » (S: 27
tasdik edecek. Müsabaka olmaz, imtihan fevt olur. Kömür gibi bir ruh ile elmas gibi bir ruh (Haşiye) beraber kalacaklar...
Elhasıl: Kur'an-ı Hakîm, hakîmdir. Herşeye, kıymeti nisbetinde bir makam verir. İşte Kur'an, binüçyüz sene evvel, istikbâlin zulümâtında müstetir ve gaybî olan semerat ve terakkiyat-ı insâniyeyi görüyor ve gördüğümüzden ve göreceğimizden daha güzel bir Sûrette gösterir. Demek Kur'an, öyle bir zâtın kelâmıdır ki; bütün zamanları ve içindeki bütün eşyayı bir anda görüyor.
İşte mu'cizât-ı Enbiya yüzünde parlayan bir lem'a-i i'câz-ı Kur'an...
اَللَّهُمَّ فَهِّمْنَا اَسْرَا رَ الْقُرْاَنِ وَ وَفِّقْنَا لِخِدْمَتِهِ فِى كُلِّ اَنٍ وَ زَمَانٍ
سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَآ اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَآ اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
رَبَّنَا لاَ تُؤَاخِذْنَآ اِنْ نَسِينَآ اَوْ اَخْطَاْنَا
اَللَّهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّمْ وَ بَارِكْ وَ كَرِّمْ عَلَى سَيِدِنَا وَ مَوْلَينَا مُحَمَّدٍ عَبْدِكَ وَ نَبِيِّكَ وَ رَسُولِكَ النَّبِىِّ اْلاُمِّىِّ وَ عَلَى اَلِهِ وَ اَصْحَابِهِ وَ اَزْوَاجِهِ وَ ذُرِّيَّاتِهِ وَ عَلَى النَّبِيِّنَ وَ الْمُرْسَلِينَ وَ الْمَلَئِكَةِ الْمُقَرَّبِينَ وَ اْلاَوْلِيَآءِ وَ الصَّالِحِينَ. اَفْضَلَ صَلاَةٍ وَ اَزْكَىَ سَلاَمٍ وَ اَنْمَى بَرَكَاتٍ بِعَدَدِ سُوَرِ الْقُرْاَنِ وَ اَيَاتِهِ وَ حُرُوفِهِ وَ كَلِمَاتِهِ وَ مَعَانِيهِ وَ اِشَارَاتِهِ وَ رُمُوزِهِ وَ دَلاَلاَتِهِ وَاغْفِرْلَنَا وَارْحَمْنَا وَ الْطُفْ بِنَا يَآ اِلَهَنَا يَا خَالِقَنَا بِكُلِّ صَلاَةٍ مِنْهَا بِرَحْمَتِكَ يَآ اَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ
وَ الْحَمْدُ ِللَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ اَمِينَ
(Haşiye): Ebu Cehil-i Laîn ile Ebu Bekir-i Sıddık müsavi görünecek. Sırr-ı teklif zayi' olacak.